Koridorun ucundan
ağır ağır yaklaşmakta olan üç ateşli göz şimdi muhtelif taraflara dağılmıştı.
Bir tanesi yürümeyi sürdürürken diğerleri duvara ve tavana doğru kaymıştı,
hortlaklar kertenkele misali duvarlara yapışmış vaziyette ağır ağır
yaklaşıyorlardı. Dairenin camlarından içeriye girebilen soluk sokak lambası
ışıklarında ortada yürüyenin Dimitar olduğunu, duvarlardan sürüne sürüne
ilerleyenlerin de Danica ile Çağıl olduğunu gördüler. Duvarların üzerinden
süzülüp geçen hortlaklar koridora bakan kapıların ardında kaybolurlarken
Dimitar tek başına kaldı.
Tam o esnada apartmanın üst
katlarından birinden “Engin!” diye feryat eden Yaren’in sesini işittiler.
Engin: “Ben Yaren’e bakacağım!” diyerek apartman merdivenlerine koşturmaya
başladı. Cadıcı Muzaffer bir ona bir Abdülharis’e bakarak olduğu yerde kala
kaldı. Dimitar’ın duraksayıp belinden sarkan kayıştan sıyırdığı Rus tipi süvari
kılıcı soluk ışıkta parıldadı. Varkolak işitenin tüylerini diken diken eden bir
sesle: “1876’da gelen Rus generallerden birinin hediyesiydi. Yine kanınıza
doyacak!” dedi. Abdülharis de kendi belindeki karabela denilen kılıcı hışımla
çekerek: “Bu karabela çok haydut, komitacı doğradı, tasalanma Varkolak!” diye
gürledi. Ardından gözlerini Dimitar’dan ayırmadan cadıcıya: “Sen delikanlının
peşinden git! Onu da kendilerine benzetmesinler!” diye emretti. Muzaffer aklına
düşen bin bir kötü ihtimalle birlikte derin derin nefes alarak merdivenlere
doğru seğirtti. Basamakları tırmanırken koridordan ürperten kılıç şakırtıları
duyulmaya başlamıştı. Sokak kapısı bir anda kendiliğinden gümleyerek kapanınca
sesler kesiliverdi. Engin’in ayak sesleri de duyulmuyordu. Muzaffer karanlık
koridorda el yordamıyla ilerlerken diğer elindeki Bozhidar’ın kazığını sıkı
sıkıya kavramıştı. Yaşadığı o anın bir kâbus, alelade bir düş olmasını
dileyerek atıyordu adımlarını. İçine bulunduğu dehşet zihnini zorluyordu.
Engin apartmanın en üst katına
çıktığında sahanlığın her iki yanına da baktığı halde Yaren’i göremedi.
Yukarısından gelen ağlama sesine dönüp el fenerini oraya çevirdiğinde tavan
arasına çıkan demir merdiveni ve dünya savaşı yıllarındaki beton korunakları
andıran girişi fark etti. Feneri ağzına sıkıştırıp hiç tereddüt etmeksizin
hayli tehditkâr görünen tavan arasına doğru seğirtti. Merdivenlerden çıkar
çıkmaz en önce el fenerini içeriye tutup etrafına bakındı. Eşya olduğunu
varsaydığı kıpırtısız karaltılardan başka bir şey görünmüyordu. Ayaklarından
birisi tutacakmış gibi hissettiği için merdivenlerde fazla oyalanmayarak
kendini tavan arasına attı. Girişten bir-iki adım atıp uzaklaştığı sırada koca
demir kapak kendiliğinden gürültüyle örtüldü. El fenerini girişe tuttuğunda
hiçbir şey göremediği için demirin ağır geldiğini düşündü, “İyi ki ben çıkarken
örtülmedi!” diyerek dehşetle etrafına bakındı.
En
yenisi doksanlardan kalma gibi görünen çürümeye başlamış mobilyalarla doluydu
tavan arası. Seksenlere ait fotoğraflarda yahut yaşlı akrabalarında gördüğü
tipte eski mobilyalar da vardı. Öbek öbek gazete ve kitap yığınları da göze
çarpıyordu, çoğu erken 2000’lere aitti. Bir köşede üzerinde yine seksenlerden
doksanlardan kalma araba ve futbolcu yapıştırmalarıyla süslü, kapakları sarkık
vaziyette bulunan bir ders çalışma masası, üzerinde duran aparatları ve taşlı
kum parçalarıyla sakinleri çoktan ölmüş büyükçe bir akvaryum… Bir diğer yanda
rafları üzerindeki kuponla dağıtılmış ansiklopedilerin rutubetten şişip
ağırlaşmasıyla bel vermiş büyükçe bir kitaplık. En üst rafta Engin’in
çocukluğunda komşularının evinde gördüğü, plastiği eğri büğrü olmuş minik,
kutulu bir basketbol oyuncağı duruyordu. Hemen yanına birkaç eski bez bebek
sıralanmıştı ki kopmuş gözleri ve lekeli elbiseleriyle Engin’e hayli ürkütücü
gelmişti. Apartmanda bir dönem oturan ancak taşınırken eşyalarını geri alma zahmeti
duymayan eski sakinlerden kalmaydı. Rutubet ve çürüme kokularının başını
döndürmeye başladığını hisseden Engin, Yaren’e seslenerek bulabildiği
boşlukların üzerinde yürümeye başladı.
Kız
arkadaşını kuytu bir köşede olduğu yere büzülmüş, ellerini yüzüne kapatmış
halde görünce duraksadı. Normalde üzerine koşturup sarılması lazımken kızda onu
bundan alıkoyan, açıklayamadığı bir soğukluk vardı. Yaren’in sızlamaları ve
hıçkırıkları inceden inceye kıkırdamaya dönüşürken, kız ağır ağır yüzünü açtı.
Yaren’in sivri dişleri ve kızıl gözleri karşısında nutku tutulan Engin ona
bakmaya devam ederken kızın insanın kalbini donduran ürkütücü kahkahaları tavan
arasının nemli duvarlarında yankılanmıştı. Bir anda ayağa fırlayıp kollarını
Engin’e uzatarak ona yaklaşmaya başladı Yaren: “Eskiden olsa bana sarılırdın…
Neden sarılmıyorsun? Neden uzak duruyorsun?”
O an
Engin elini cebine atıp sarımsak demetlerini kavradığı esnada arkasından
Çağıl’ın sesini duydu: “Seni hiçbir zaman anlayamayacağını bir türlü
anlatamadım sana Yaren… Senin iyiliğin için!” Geriye dönüp baktığında Çağıl’ın
da sivri dişlere ve ateş kızılı gözlere sahip olduğunu gördü Engin. İki vampir
ağır ağır kendisine doğru yaklaşıyordu. Cebindeki sarımsakları havaya kaldırır
kaldırmaz iki canavar da bir anda görünmez bir engele çarpmış gibi
duraksadılar, yüzleri öfkeden çatılıvermişti. Engin o an belli belirsiz tavan
arasının kapağının açıldığını işitti. Çağıl tıslayarak geriye döndüğünde
sırtını delip geçen sivri bir cismi belli belirsiz gördü Engin. Hortlak yavaş
yavaş gözlerinin önünde içten içe yanıp kül kül dağılırken elinde Bozhidar’ın
kazığı olan Muzaffer’i gördü. Cadıcı kazığı gösterdi: “Kurtarmayı isterdim ama
pek üzüleceğini de sanmıyorum…” Engin arkasına döndüğünde Yaren’i göremedi:
“Yaren’i de dönüştürmüşler kurtarmamız lazım…” diye söylendi. Cadıcı kederli
bir sesle konuştu: “Sıradan vampir olsalardı Dimitar’la Danica’yı yok etmemiz
halinde iyileşirlerdi. Ancak varkolaklar bunun dışındadır. Onları huzura
kavuşturmak için öldürmemiz lazım!”
Engin
öfkeyle cadıcıya dönüp baktığı anda Yaren’in sesini duydu. İnsana benzemişti ve
üzgün olduğu fark edilen bir ses tonuyla konuşuyordu: “Beni öldürmesine izin
verme Engin! Benimle gel!” Muzaffer hortlakla Engin’in arasına temkinli
adımlarla geçerek ona doğru yaklaştı. “Hortlağı def etmek için illa gözle
görülür şeylere gerek yoktur!” diyerek ağzını fısıltıyla kıpırdatmaya başladı. Engin
kızın suratındaki şeytani ifadeyi anlık olarak görebildi. Kız cadıcının üzerine
atıldığı sırada Bozhidar’ın kazığı göğsünü delip sırtından çıktı. Yaren’in
yüzünde bir anlık huzur ifadesini fark eden Engin, kızın kül kül olup dağılarak
yere yığılması esnasında Muzaffer’in yakasına yapışıp haykırmaya, bağırmaya
başladı. Cadıcı, Engin’in yüzüne sert bir tokat yapıştırıp onu girdiği şoktan
çıkarmaya çalıştı: “O filmler, benim de yazdığım kitaplar bunu anlatmaz işte
Engin! Vampirlik böyle bir şey. Vampir salgını tam olarak bu… Yüzyıllar boyu
binlerce insan sevdiğini böyle öldürmek zorunda kaldı! Onlar huzura kavuştular!
Diğerlerini de yok etmeliyiz! Başkalarının Yaren gibi olmasını engellemek
için…”
Delikanlı
duraksayarak derin derin nefes almaya başladı. Sevgilisinden geriye kalan
küllere bakıp sordu: “Ondan geriye hiçbir şey kalmamış mıdır?” Muzaffer:
“Lanetin tesiriyle giydikleri giysiler de çürümemeye başlar. Onlar ölünce
giysiler de bir anda çözülüverir. Üzerlerindeki demir parçaları hariç!”
cevabını verince kızın küllerini gözyaşları içerisinde karıştırarak iki
yüzüğünü, kolyesini ve küpelerini çıkardı. Montunun iç cebine koyarak
fermuarını sıkıca kapattı. Ayağa kalkıp gözyaşlarını silerken: “Ötekileri de
öldürelim abi…” dedi.
Apartmana
indikleri zaman Varkolakların dairesinin kapısını kapalı şekilde buldular.
İçeriden zayıf kılıç şakırtıları işitiliyordu. Cadıcı dualar okuyarak kapıyı
omuzladığı zaman kilitlenmemiş kapının kolayca açıldığını fark ettiler. O
esnada salonda korkunç bir mücadele cereyan ediyordu. Abülharis’le Dimitar
kılıçlarını amansızca savuruyorlar, hamle yapıp geri çekiliyorlardı. Bu esnada
bir şey dikkatlerini çekti. Abdülharis sanki bilerek adama açık veriyordu.
Dimitar ise kılıcı Abdülharis’e öylesine sallayıveriyordu. Sanki biri kılıç
kullanırken diğeri öylesine bıçak sallıyordu. Paşa, Dimitar sırtını salon
kapısına çevirdiği esnada: “Kazığı saplayın!” diye bağırınca Muzaffer sanki
görünmez ellerce harekete geçirilmiş gibi tahta kazığı Dimitar’ın sırtından
sokuverdi.
Tılsımlı
kazık koca varkolağa saplanınca canavar elindeki kılıcı atıp yere devrilerek
yattığı yerde böğürmeye, camları zangırdatmaya başlamıştı ki civardaki insanlar
ne olduğunu anlayamadıkları için polisi arayıp gürültü şikayeti ihbarlarını birer
birer merkeze ulaştırmışlardı. Dimitar küle dönüşürken boğazından son kez
Türkçe: “Bu kadar kolay mıydı?” sözü duyuldu. Abdülharis kılıcını kınına
sokarken söylendi: “Bunları bilirim… Kolunu kessen yeniden çıkar, kafasını
kessen dahi yine birleşir. Azametli bir silahla göğsünden mıhlamadıkça
öldüremezsin!” Muzaffer kazığa bakarken ağır ağır konuştu: “Bu kadar güçlü
olduğunu bilmiyordum. Demin de iki hortlağı gafil avladık bununla…” Paşa kazığı
işaret etti: “Tılsımlarından biri de hortlağı pusudaymış gibi şaşırtmasıdır.
Tabi genç olanlarımızda daha etkili. Bana saplamaya niyetlenseniz koruma büyüsü
ortadan kalkacağı için savurmaya mecal bulmadan geberir gidersiniz. Fakat yine
de ürpermeden edemiyorum… Bu gece bu varkolaklar meselesi halledilmeli…” Engin boğazını
gürültüyle temizledi: “Yine de bu kadar kolay olması size de garip gelmiyor mu?
Çağıl’la Yaren’i öldürdük. Dimitar’ı hakladık. Peki, Danica?” Bu soru üzerine
duraksadılar. Abdülharis salonun ucundaki kitaplığa dönüp oradaki üstü yazılı
bir Edirne şehir planı çizimine doğru yürüdü, karanlıkta bir tek o
görebilmişti. Plana baktığında üzerine Bulgarca bir not düşülmüştü: “Kuyumcunun
ve Prensesin olduğu yerde… Bunun manası ne ki?” diye sordu kendi kendine sesli
şekilde. Sonra bir anda gözleri parıldadı: “Edirne’ye asıl geldikleri şey bu…
Fakat kastettikleri şey ne?”
Sokağın
bir ucundan giren polis arabasının ışıkları camdan aksedince üçü evden sessizce
çıkıp apartman kapısına seğirttiler. Sokağa çıktıklarında gölgelere sinerek
yürürlerken akıllarındaki yegâne soru buydu. Dimitar dahi neden kendini kurban
etme gereksinimi duymuştu?
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder