5 Haziran 2016 Pazar

Av Köşkü

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

Dört çekerli, parlak kahverengi cilalı bir kupa sallana sallana Şile tarafındaki ormanlardan korulardan geçen bir patika üzerinde ilerlemekteydi. Kupayı süren arabacı atları deli gibi kamçılıyordu. Arabanın içindeki kolçaklara tutunmaya çalışarak ipek döşeli kanepe üzerinde seke sıçraya debelenen Nüvit Bey, bir eliyle fesini tutarak kupanın ufak penceresinden dışarı bakındı. Arabanın yanından geçip giden ağaçların gün batımındaki alacalı bulacalı hallerini görerek ürperdi. Ormanda gezinen, bir yerleri vurdukları her gün gazetelerin vaka-i zabıta kısımlarında tefrika kahramanları gibi anlatılan haydutların, şakilerin hayali peyda oldu zihninde. Daha da fenasını, düşmanlarının bu eşkıyayı kullanıp kendisine bir kötülük edebileceklerini düşündü. Lakin arabayı sürmekte olan Arnavut Âdem’in mevcudiyetini hatırlayınca müsterih oldu ama yine de kendisini bu vaziyete sürükleyen yazgıya hayıflandı. Sahi nasıl da gelmişti bu kul ayağı değmez yerlere böyle saklanaraktan?

Nüvit Bey, bir vakitler kendini dünyanın en talihsiz insanlarından biri sayardı. Mabeynin nüfuzlu paşalarından biri olan pederi hayli varlıklıydı ancak ziyadesiyle cimri olduğundan kendisi bu servetin pek bir faydasını görmeden yokluk denecek raddede yaşamış, Fransa’daki talebeliğinde dahi kıt kanaat geçinerek pederi misali eli sıkı biri olup çıkmıştı. Lakin bu eli sıkılığı kendisinde herhangi bir paranın mevcut olmayışından ileri geliyordu.

Sonradan kısmen talihsizlik kısmen de talih kuşunun konuşu addedilebilecek birkaç hadiseyi art arda yaşaması yaşayışını tümüyle değiştirmişti. Evvela pederinin vefatı ile muazzam bir servete konmuş, o esnada pederinin cenazesi için alelacele Mısır’dan dönmekte olan amcası bir gemi kazasında vefat edince, amcasının serveti de kendine tevarüs etmişti. Bu hadiselerden birkaç ay sonra anne tarafından tek kalan bir akrabasının vefat ederek Cezayir vilayetindeki cümle mülkünün kendisine kaldığını da öğrenince talihine pek bir sevinerek kendisini yeni iş sahalarından ziyade mirasını yemeğe, ömrü boyunca yaşayamadığı eğlence hayatına kaptırmıştı. Bu eğlence hayatı esnasında sayısız kimseyle ahbap olmuş, namlı umumhaneleri birkaç gece kapatmış, sayısız işret âlemi düzenlemişti. Serveti yemekle tükenir cinsinden olmadığından cümbüşle geçen günleri, ahbaplık ettiği bir başka hovarda mirasyedinin yediği bir herze yüzünden kâbusa dönmüştü.

Bir gece vakti Kaymak Tabağı’nda işret esnasında mekâna zamanın Onikiler’inden bir pazu ve pençe sahibi kabadayının geldiğini öğrenince, normalde mekânı kendi adına kapattırsa dahi kabadayı takımından çekindiğinden eğlenceye katılmasına müsaade etmişti. Namlı kabadayı, Çerkezlerden olup üzerinde her daim o kılıkla, başında kalpakla, sırtında palto ile gezen, ekseriya da yalnız dolaşan bir kimseydi. Meğer bu kabadayının, işret gecelerinden birinde Nüvit Bey ile tanışmış olduğu bir başka hovarda mirasyedi ile aralarında bir kadın meselesi varmış. Birbirlerini görünce silaha sarılmışlar, mirasyedi hovardanın para yedirdiği külhanbeyi ahbapları tabancalarını çekip bu kabadayıyı evvela haklayıp, mirasyedi hovarda ile birlikte ortadan kaybolunca belanın büyüğü başa gelmişti. Zira karakol tafsilatını parasını kullanarak pek güzel geçiştirmiş Nüvit Bey, ölen kabadayının meselesinden bu kadar kolay sıyrılamamıştı zira kabadayının akrabaları bu ölümden kendisini sorumlu tutar olmuştu. Kan davası husule gelmiş, “O mirasyedi bulunup canını vermeden biz bu işten seni mesul tutarız, zira ahbabısın ve akrabamızı da oradaki düşmanına karşı uyarmadan eve davet etmişsin, bu kan senin de elindedir” diye haber göndermişlerdi.

Nüvit Bey en başta bu tehditlerden çekinmişse de tedbir cihetinden neredeyse bir bölük mahiyetinde birçok külhanbeyine para verip kendi adamı, fedaisi yapınca bu beladan yırtacağını sanmıştı. Lakin böyle yaparak Çerkezleri hafife almıştı, nitekim o birkaç on külhanbeyinden biri de Çerkezlerden olduğundan bir gece Nüvit Bey’i öldürmeye kalkışarak paçayı ele vermişti. Böyle olunca Nüvit Bey daha namlı, pazu ve pençe sahibi bir kabadayı sordurmuş, işte böylece o esnada bir paşanın kapusundan ayrılarak kendi muhitinde bitirimhanelerden haraç alan Arnavut Âdem ile irtibata geçmişti. Koca Arnavut, kendisinin bu gibi kan davası mevzularında hayli tedbirsiz davrandığını söyleyip, yüklüce para karşılığı kendisini koruyabileceğini söyleyince onu en has adamı yapmıştı. Arnavut Âdem daha önce de kapusunda bulunduğu paşanın adamlarını, hatta akrabalarını böyle belalı işlerden, adamlardan saklamada, zaptiyeden kaçırmada hayli tecrübeliydi. Evvela onun külhanbeylerinden topladığı fedaileri “ya aralarına yine birini sokarlar yahut parayla birini satın alırlar” diyerekten dağıtmıştı. Ardından Nüvit Bey’in alelacele tuttuğu bir yabancı kimse aracılığıyla, kimsenin bilmediği bir yerde bir köşk satın aldırdı ki başka bir tehlike olursa yine bu gizli köşkte yaşayacaktı. Yanına para haricinde pek bir eşya aldırmadan tedbir amacıyla sadece Âdem ile gidecekti ki yemek ve erzak işlerini de Âdem kendi tanıdığı, Nüvit Bey’i kesinlikle tanımayan kimselerle halledecekti. Görünürde bir yosmayı kapatması yapıp bu köşkün dış tarafındaki matbahda kıskançlığından tuttuğu ahçı ve uşak ile iş gördüren hovarda rolüne bürünecekti böylece Nüvit Bey’i en azından öteki mirasyedi bulunana ve öldürülene kadar koruyabilecekti. Aksi halde Çerkezler onun saklandığı bu yeri bir şekilde öğrenseler bu sefer daha kalabalık bir grupla köşkü muhasara etmeye dahi gelebilirlerdi.

İşte şimdi evvela köşke Nüvit Bey ile Arnavut Âdem gitmekteydi. Geniş ve yüksek bir bahçe duvarının demir parmaklı açık kapısından geçen kupa, matbah olarak kullanılan müstakil bir evin yanından geçerek, üç-dört katlı büyükçe bir köşkün önünde durunca Nüvit Bey bavulu ile kupadan inerek köşkü süzdü. Kupadan atlayan Âdem’in kuşağında kabzası gümüşten bir Karadağ tabancası ile sapı kemikten bir saldırma dikkat çekiyordu. Önceden gelip köşkü temizleten Âdem, Nüvit Bey’i hızla köşkten içeriye sokarak hazırlatmış olduğu odasına çıkardı. Âdem’e insan ayağı değmez bu köşkü kimin ne amaçla yaptırabileceğini sorunca Avni Paşa karşılığını aldı. O anda Nüvit Bey’i bir ürperti aldı, Avni Paşa birçok genç kızı hovardalık maksadıyla yaptırdığı zannedilen bir köşke kapatmış, bir-iki sene evvel köşkten cesetler çıkınca tevkif edilmişti. Cenazelerin çıktığı o menhus köşkün burası olduğunu öğrenince içinde bir havf büyümeye başladı. Âdem uşak ile ahçıyı almak için kupaya dönmeden önce odanın kandillerini, lambalarını akşam olunca yakabileceğini ve bir tabancanın dolu vaziyette yatağın yanındaki komodinin çekmecesinde durduğunu söyledi.

Âdem aşağıyla inip kupa arabası ile uzaklaştığında birçok cinayetin hatırasını taşıyan böyle bir yerde oturmaktan mütevellit Nüvit Bey hayli ürpermişti. “Cinayet mekânında kalmak ölü olmaktan evladır!” diyerek kendini teskin ettiyse de bu sükûnet hali karanlığın adam akıllı çöküp kaldığı odanın dahi gölgelere gömülmesine kadar sürdü. Kaynağı kısmen belirsiz bir korku hissi ile önce kalkıp odanın kapısını kilitledi. Ardından yatağının başucundaki ve pencerenin önündeki yağ lambalarını yakıp, çekmecedeki tabancayı eline alarak pencere dibindeki koltuğa oturup Âdem’in gelişini beklemeye başladı.

En başta kendi kendine kuruntu yaptığını düşünerek oturduğu yerde bir-iki saatliğine kestirebilmek imkânı bulduysa da salondaki büyük saatin gongunun on ikiyi vurması üzerine aniden olduğu yerde sıçradı. O andan itibaren köşkte geçen kanlı saatleri düşünüp oturduğu yere, eşyalara bakarak kan dökülüp dökülmemiş olma ihtimalini aklından sayısız kez geçirdi. Yine kuruntu yaptığına hükmederek uyumaya devam edecekti ki bulunduğu odanın kapısının yumruklandığını işitti. Silahını kapıya doğrultarak korkuyla gelenin kim olduğunu sorunca imdat isteyen bir kadın sesi duydu. Tekrar kim olduğunu sorunca imdat yerine canhıraş bir çığlık sesinin yükseldiğini işitince kıpırdayamadan olduğu yerde kalakaldı. 

Çığlık sesi kesildikten bir süre sonra, kendisine öyle geldiğini sinirlerinin yıprandığına hükmederek yeniden uyumak istediyse de bu sefer köşkün üst katlarında, merdivenlerde koşturan insanların ayak seslerini işitince kalbi sıkışır gibi oldu. Demek o kızların ruhlarının mesken tuttuğu bir köşkte bulunuyordu. Talihsizliğine ve uğursuzluğuna küfrederek kendine hayıflanıp dünyalar dolusu servete sahip olduğu halde perili bir köşkü satın almış olduğuna sövüp saydı.

Yatağanın altındaki örtünün dalgalanarak açılıp soluk bir elin dışarı çıktığını gördüğü vakit küfürleri yarıda kesildi. Örtünün altından kafasını uzatan silueti gördüğünde tabancayı yere atıp kapıya koşarak kilitlediğini unutup beyhude yere açmaya çalışıp yumrukladı. Aynı korkunç çığlık sesi bu sefer yatağın altından gelmekteydi…

SON

Mehmet Berk Yaltırık
13 Ağustos 2015 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder