5 Haziran 2016 Pazar

Yıkılan Kule

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

Mora Sancağı’nın, Yanya Denizi sahillerinde daracık bir dağ geçidinin ardına düşen düzlükte kurulmuş olan ufak bir balıkçı köyüne, omzu tüfekli on derbentçi ilerlemekteydi. Venedik keferesiyle harp çıktığından mütevellit eli tüfek, kılıç tutar bir nice mücerred levend, sekban kavlinden paşa kapularına yahut derbentçilere yazılmış, silahlandırılarak bilhassa deniz kıyısındaki ücra derbentlere gönderilmişti. Venedik sefineleri yanaşıp karaya çeri dökerse sancaklara haber salacaklardı. İşte bu on derbentçi de, sancak beyinin emriyle sancağın en ücra köşelerinden birinde bulunan Ketus köyüne yerleşmelerini, askerden maada şüphelendikleri casus neviden kimselere karşı da uyanık olmalarını emretmişti.

Derbentçiler iki yanında dik yamaçlar bulunan dar boğazı geçip Ketus köyüne vasıl oldukları esnada derbentçilerden biri köyün bir ucunda tam deniz kıyısında yükselmekte olan ince, uzun harap olmuş bir kuleyi görünce manzaranın tanıdık gelmesine şaştı. Bu köye daha önce gelmediği halde kulenin kendisinde yarattığı aşinalık hissinin sebebini ararken bir anda anımsadı. Mora’dan yola çıkmadan önce pazarda dolaşırken elindeki boyalı, nakışlı deriden tasvirlerle bir tür fal bakan bir çingene kadına denk gelmişti. Kadın biraz para karşılığında istikballerini sual eden insanları cevaplıyordu. Bunu da elindeki deriden boyalı tasvirleri karıştırarak her seferinde bir kart seçmelerini söyleyerek yapıyor, çıkan karta göre istikballerinden bahsediyordu. Derbentçi de kadının yanına gidip para verdiğinde, kadın ona desteden üstü kapalı bir şekilde herhangi bir tasviri seçmesini söylemişti. Kadın derbentçinin seçtiği karta baktığında yüzü asılmıştı. Kartın üzerinde devasa bir deniz canavarının bedenine sarılarak harap ettiği bir kule tasvir edilmişti. Derbentçiye bu kartın ölüm habercisi olduğunu, istikbalinde erken bir ölümün onu beklediğini söylemişti. Derbentçi “yazılan gelir başa” kavlinden falcı kadının o vakit söylediği şeye kulak asmamıştı ama kuleyi görünce, o tasvirdeki kuleye benzediğini fark edince elinde olmadan ürpermişti. Sonradan kadının yahut tasvirleri nakşedenin evvelden bu kuleyi görüp öyle nakşetmiş olabileceğini düşünüp adımlarını sıklaştırarak diğer derbentçilerden geride kaldığını fark ederek onlara yetişti.

Derbentçiler köye girerken başlarındaki çavuş derbentçileri durdurarak nöbet tutacakları yerleri gösterdi. Kendisi dört adamla yamaca tırmanıp geçidi gözleyecekti. Diğer derbentçiler de köyün girişinde derbentçilere ayrılmış bulunan mütevazi handa bekleyecekti. Sadece bir tanesi, gemileri gözlemek için harap kulenin tepesinde bekleyecekti ki bunu yapması için çavuş, kuleyi acayip bir şeymişçesine seyreden malum derbentçiye emir vermişti. Derbentçi, kuleye baktıkça öleceği düşünse de çavuşun emrini ikiletmeden kuleye doğru yöneldi. Kuleye çıkmadan zaman geçer diye diğerlerinden önce kırbasına gizlice şarap doldurtmak için evvela hana girdi. Yaşlı bir hancı haricinde içeride kimsenin olmadığını, sinilerin ve duvarların tozdan bir örtüyle, örümcek ağlarıyla kaplı olduğunu gördü. Sanki yıllardır kimse uğramamış gibiydi. Hancının durduğu tezgahın başına giderek adamı selamladı:

“Kalimera barba!”
“Kalimera palikaryamu! Hangi ürüzgar atti seni buralara?”
“Derbentçiyim barba. Arkadaşlarım da birazdan gelecekler. Buraya pek gelen giden olmuyor herhalde?”
“Kimse kalmadi vre! Eskiden dalyanziler gelir idi, balik bol idi. Sonra o sey geldi, herkes kasti. Evler dahi bostur, bir ben kaldim elimden tutan olmadi…”
“Eşkıya yüzünden mi kaçtılar? Yoksa Venedik keferesi mi kaçırdı?”
“Eskiya? Ha, kleftisleri dersin! Ohi vre, gelmez buralara onlar. Venedik keferesi desen bu yanda pek gözükmemislerdir. Baska bir sey oldu, insanlar seneler evvel kasti. Baslarina geleni kimseye söyleyemediler zannederim, burayi kaderine terk ettiler!”
“Ne oldu?”
“Bir musibet. Köyün eski adindan belli imis belkim gelezeği ama ihtimal vermez idik burayı mesken tutar iken. Denizden gelen bir hayvan, nasil derler zanavar. Evvela dalyanzilere musallat oldu. Ardindan karaya geldi, pirgosun yani kulenin dibindeki evleri hep tarumar etti…”

Derbentçi yaşlı hancının Venedik gemilerini canavar, top ateşlerinin yıkmış olabileceği evleri de canavar saldırısı zannetmiş olabileceğini düşünerek bir şey sezdirmeden, şarap dahi almadan handan çıktı. Bir kısmı gerçekten yıkılmış, lakin ortalıkta hiç gülle bulunmayan evlerin, harabelerin arasından geçerek kuleye ulaştı. Duvarlarının yıkık kısmından gün ışığının vurduğu taş merdivenlerden tırmanarak en tepesine dek çıkıp orada bulunan devrik bir oturağı düzeltip oturdu. Etrafına bakınırken ne duvar yıkıntılarında, ne de tepede kuş yuvası görmemişti ki oldukça tuhafına gitmişti. Oturduğu yerden denizi ve ufukları seyretmeye koyuldu.

Gece gelinceye değin denizde ne bir kayık ne bir sefine görünmüştü. Buranın çok uzağından geçiyor olabileceklerini tahmin ederek hep sakin kalmasını, harbi kazasız belasız atlatmayı temenni etti. Mehtap zuhur ettiğinde denizin parıltısına şahit olunca kendi kendine söylendi, insanlar böyle bir güzelliği bırakır da nasıl başka taraflara kaçardı? 

Bir lahza köyden tarafa döndüğünde köyün karanlıklar içinde olduğunu gördü, hanın yanında bekleyen derbentçilerle, geçidin tepesindeki derbentçilerin meşalelerinden gayrısı simsiyah bir örtü altındaydı adeta. Tekrar denize dönüp baktığında ilk başta hayal meyal bir karartı görür gibi oldu. Gözlerini ovuşturarak tekrar baktığında ay ışığı altında hatlarını seçemediği devasa bir gölgenin köye doğru yaklaştığını gördü. 

Venedik gemilerinden biri olabileceğine hükmederek, derbentçilerden tarafa dönüp bir geminin göründüğünü haykırdı. Derbentçiler meşalelerini savura savura kuleye doğru yaklaşırken, geçidin tepesindekiler de denize doğru seğirtmişlerdi. Diğer derbentçilerin bir lahza durup ardından meşalelerini yere atıp geçide doğru koştuklarını görünce bir anlam veremedi. Haber vermek için hepsi birden neden mevzilerini, nöbet yerlerini terk ediyordu?

Kulenin tepesindeki derbentçi, denize tekrar dönüp baktığında çığlık atmaya dahi mecal bulamadı. Boyu ağaçlardan, gemilerden yüce, ardında dağlara erişen koca kuyruğunu savuraraktan arası perdeli koca pençeleriyle suları yara yara gelen, kocaman kafasındaki iki korkunç göz ile kuleyi seyreden deniz canavarı ile adeta göz göze gelmişti. 

Korkusundan olduğu yere düştükten sonra merdivenlere doğru gerileyerek sürüne düşe aşağıya indi. Bir açıklığın dibinde merdiven üzerinde kalarak beklemeye koyuldu. Ona çok uzun gelen bir sürenin ardından açıklığa eğilerek bir lahza canavara tekrar bakmak istediğinde, kocaman açılmış kendisi kadar büyük sarı bir göz ile karşı karşıya gelince aklını oynatıp çığlık çığlığa olduğu yere yığıldı. Son gördüğü şey canavarın kocaman ağzını açıp bir böğürtü saldıktan sonra dişlerini kulenin bedenine bir upir misali geçirmesiydi…

SON

Mehmet Berk Yaltırık
13 Ağustos 2015 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder