5 Haziran 2016 Pazar

Şûh ve Davetkâr

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

        “Şehir içinde artık kimseye göz açtırmıyorlar imanım!”
“Sessiz sedasız âlemini yapsan bile kokusunu almış gibi geliyorlar kapıya. Sonra yaka paça karakola. O esnada saldırmayı fora edip birini hacamat mı ettin? Al başına belayı, o vakit doğrudan zaptiye geliyor. Sabaha kadar falaka, ardından cumburlop zindana!”

Galata surlarından birinin dibine kurulmuş, ayak takımının daha ziyade uğradığı gedikli meyhanelerden birinde, meyhanenin üst katında cumbanın olduğu yerde üç bitirim külhanbeyi sini başında konuşmaktaydı. Mükellef sayılamayacak mezesi az bir çilingir sofrasının başında, arada yumruk mezesini de katık ederek işret ediyorlardı.

“Dalgamıza taş atıp iş oluyorlar! Hovarda adamın dünyadan alacağı bir yâr elinden meyi bir de yar dudağından busesidir be!”
“Aslında şöyle caka sataraktan girsek herhangi bir yere. Sayılı kabadayılardan zannedip ürküntü verdik mi tamam? Süzülürüz kadıncıkların koynuna yılan kılığında peri padişahının oğlu misali!”

Üçü de muhitlerinde pek sivrilememiş ama tenhada karmanyolacılıkla boğuntuya getirdikleri kimselerden aldıkları para ve değerli eşyalarla geçinen, mahpus yüzü görmüş azılı külhanbeyleriydi. Mahallelerinde de makbul adamlar sayılmadıklarından, meyhaneyi koruma karşılığında bir gedikli meyhanecinin yanına kapulanmışlar, orayı hane belleyerek netameli tezgâhlarını işletmeye devam etmişlerdi.

Üç külhanbeyinden suskun olanı ancak açtı ağzını: “Ulan burada karı gibi dırdırlanırsınız, biriniz de çare düşünmez! Kadınsızlık aklınızı da mı aldı be!” Diğerleri ona dönüp ağzından çıkacakları beklemeye başladı. Kendilerine çete denilmese bile aralarında en çok onun sözüne itibar ederlerdi zira kafasında dolaşan kırk tilkinin patırtısından ancak konuşurdu.

“O kadar aklın eriyorsa sen söyle nasıl yapalım?”
“Alem yapamayan bir biz değiliz ya? Bizden kabadayılar, paşalar, beyler haricinde kimse rahat rahat toplanamıyor. Alem yok, işret yok!”
“Padişahımız efendimizin vehminden hani… Sanki karı memesinden kafamızı kaldırdığımız var da bir de hürriyete mürriyete daldıracağız o kafayı!”
“Höst! Ne demek ulan hürriyet mürriyet, gâvur musun nesin hafiyenin birine enselettireceksin bizi. Bizim gibi külhanbeyi takımının hiç işi olmaz…” 
“Tamam be anladık. Sen ne yapacağımızı deyiver…”
“Ben birkaç gündür ortalıkta bu alemcilerle, yollu kadınlarla ilgili haberlere, dedikodulara falan kulak kesildim. Alem yapmak değil ama halvet mümkün imiş!”
“Ulan alem yapamıyoruz, eve girdiğimiz an haber uçar mahalleliye enseleniriz nasıl olacak o iş?”
“Sözümü kesme hergele, anlatıyoruz! Şimdi o iş için evdir, hanedir şehrin içidir falan yokmuş artık. Bu kırlık yerlerde, ormanlarda, korularda falan görüyorlarmış bu işi.”
“Tövbe! Ulan ormanda cin şeytan olur çarpılır insan be?”
“Amma pirelendin ha, korkuyorsan yapma kardeşim! Kadınsızlık cümle İstanbul hovardasını tarumar ettiğinden cin şeytan korkusu da yalan oldu. Mezarlıklarda bile bu işi gören var artık. Ama o da sakat…”
“Sakat tabi! Mezarlık dediğin çok mu evla yerdir? Karakoncolosu var hortlağı var…”
“Yok ulan ondan değil, mezarlık bekçileri kol geziyormuş sürekli. Yakaladıkları hovarda sayısınca ikramiye alıyorlarmış. O yüzden mezarlık işi yaş. Ama orman sağlam olur, koca orman, bekçisi olsa askeri olsa nereye bakacak?”
“Eşkıya gibi ormana kadın mı kaldıracağız?”
“Yok be, zaten yollular, yosmalar orman civarında gezinirlermiş. Kır gezisine çıkmış paşa haremi gibisinden görünüp dolanırlarmış. Sonrasında da…”
“Mezarlık tekin değilse ormanlık yüz kere tekin değil! Cini şeytanı ağaç kovuklarında yaşar hep!”
“Bunun haminnesi mi ne, Tuna muhaciri olduğundan inanır böyle şeylere. Sen tasalanma. Nasıl bulunuyorsa bu yosmalar, biz de gidelim öyle hemhal olalım!”
“Üç gün sıkın dişinizi, biraz da mangır dökülün. Arabadır, avcı kılığıdır tedarik etmek lazımdır!”

Üç külhanbeyi, ancak üç-dört gün sonra avcı kılığını düzüp, bir de iki çekerli bir araba ayarlayıp Belgrad Ormanı yolunu tutmuştu. Bazı köylerin, köşklerin ve kır evlerinin yanından geçip ormanın sapa bir tarafına geldiler.

“Ulan burada hane yok bir şey yok. Yosma bulalım derken kurtla kuşla mı hemhal olacağız?”
“İnsanı az yerde dolanırlar oğlum çaksana? Biri ihbar etse, pirelense ne olacak? Ben sordurdum o kadar, bu taraflarda dolanıyorlarmış.”

Havanın kararmasına yakın üç külhanbeyi, avcı kılıklarıyla Belgrad Ormanı’nın patikalarına dalmışlardı. Sağa sola bakına bakına ilerlerlerken patikanın hayli ilerisinde bir beyazlı silueti fark ettiler. Biraz yaklaşınca siluetin afet-i devran cinsinden bir kadına ait olduğunu görünce kendilerinden geçtiler. Kadının üzerindeki tuhaf elbiseden görünen bacakları, omuzlarına dökülen saçları ve loş karanlığa rağmen fark edilen güzel sureti ile külhanbeylerinin her birinin ağzının suyu akar olmuştu.

Kadın, kendisine seslenen külhanbeylerine şuh bir kahkaha ile mukabele edip ağaçların içine dalınca külhanbeyleri kadının peşine takılma hususunda bir çekince görmediler. Ağaçların adeta bir çember oluşturduğu açıklığa geldiklerinde, kadının kendilerinin ellerinden tutup çekerek açıklığın ortasına getirmesine müsaade ettiler. Loş karanlıktan ötürü elbisesinden sıyrılan kadının vücudunu hayal meyal gören külhaniler, pazarlık faslını es geçip kadının üzerine seğirtmişlerdi.

Lakin bu hülyalı, arzulu halleri ay ışığının tepelerinde aksedip açıklığı gündüz misali aydınlatmasına kadar sürmüştü. Ayın şavkı altında kadının öptükleri ellerinin soluk gri renkteki parmaklarının ucundan fırlamış uzun kirli tırnaklarını, kapandıkları ayaklarının çarpık çurpuk, mest oldukları yüzün eciş bücüş olduğunu görünce kabustan uyanan çocuklar misali çığlıklarla açıklığın kenarlarına gerilemişlerdi. Kaçmak için ormana döndükleri esnada ise asıl kâbus ile karşılaşmışlardı. O çarpık siluete benzeyen, çırılçıplak ve eciş bücüş bir sürü kadın, feri gitmiş simsiyah gözlerle ve iştahla onları seyretmekteydi…

SON

Mehmet Berk Yaltırık
12 Ağustos 2015 – Edirne


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder