5 Haziran 2016 Pazar

Karışmış Güvey

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

Salim, köyünün beyi olan falanca bir timarlı sipahinin, falanca cebelularından birinin tek oğluydu. Ne zanaat sahibi olabilmiş ne de ırgatlık edebilmiş bu gariban, “cin çelliği” misali çelimsizliğinden babası misali cebe pusat kuşanmada da dikiş tutturamamıştı. Lakin aklını kullanıp sipahinin gözüne girdiğinden, konağında yanaşma olup ayak işlerine koşturmuştu. Bozkırda çakalın, fırıldakçının köküne kıran girmiş değil ya işte bu madrabaz ve kurnaz makulesinden biri de bu Yanaşma Salim’di. Her işi oldubittiye getirmesiyle, durumdan vazife çıkarmasıyla, nabza göre şerbet vermesiyle kısa sürede kendini olmadığı gibi gösterme zanaatında ustalaştı. Evvela duruma göre kâh konak çalışanlarına olur olmaz emrederek, kâh onlara ahbap gibi sırnaşarak “yanaşma” iken birden bire “kâhya” oluverdi. Ne kendi söylemişti “ben kâhyayım” diye ne bey demişti: “kâhyamdır” diye. Bir anda herkesin ağzında Yanaşma Salim, Kâhya Salim Efendi olmuştu. 

Bir gün timar beyini sefere çağırdıklarında, hasadı kesat gariban köyünden çıkara çıkara bir kılıç kadar asker getirebilecek olduğunu fark edince, kimi başka başka yerlere sekbanlığa, haydutluğa, ırgatlığa kaçmış kimi birkaç boğaza bakar aile sahibi olmuş ahaliden bir asker bulamadı. Tam askersiz sefere gidip, sancak beyine hesap verecek iken Kâhya Salim Efendi, babasından kalma zırhı silahı kuşanıp bir katır sırtında peşine düştü timar beyinin. Köyün meydanında arz-ı endam edince pek güldüler haline zira hem pusatı hem silahı üzerinde emanet durmaktaydı, Frenk keferesinin hikayât-ı kebiresinden Don Kişot nam kişizadeye pek bir benzemekteydi. Kâhya Salim Efendi uzun yola pek alışık değilse de, caka satarak gezinmek pek hoşuna gidiyordu. Sancak beyinin alayına varınca kırk türlü vilayetten gelme diğer tımarlı sipahiler, onların cebeluları bu cengâver mukallidine bakıp bakıp ziyadece gülmüşlerdi. Lakin Salim Efendi zanaatını icra eden de, beyinin ardından babasının zırhını kuşanıp gelmiş, katırıyla dahi küffar üstüne varmaktan çekinmeyen bir yiğit olup çıkıvermişti. Böylece ilk görüşte dalga geçilen, sonradan sonraya “bir garip yiğittir, seferimizde uğurdur” diye zikredilen, takdir edilen bir kimse olmuştu. 

Harp sahrasına varanda çelimsizliğinin muhariplikte ziyadece işine yaradığına tanıklık etmişti. Zira cin çelliği gibi olduğundan ne misket ne ok denk geliyor, top gülleleri hep tepesinden aşıyordu. Huruca çıkan küffar süvarisi, piyadesi yerde ölü misali uzanmış yatan bu adamı görmüyor, gören de cüssesinden ötürü: “çocuk haliyle gelip ölmüş zavallı kefere” zannıyla acıyıp ilişmiyordu. Savaşın bitmesine yakın beyi bir misket kurşunu ile atından düşüp vefat edince kaşla göz arasında atına da sahip çıktı. Beygir de yaban görmedi, sahip belledi onu. Harbe nihayet veren umumi hücumda küçücük cüssesiyle askere cesaret verdiğinden hak etmediği halde bir nice ganimete kavuştu, hiç birini harcamadı. Bir kısmını kendine ayırıp yüklüce miktarını sadrazam kâtiplerine rüşvet yedirdi, sefer defterleri açılanda hem beyinin ölümü hem beyin evladı da olmadığından, değersiz ve boş kalan köyünün sipahisi oluverdi. 

Beyinin murassa kılıcını belinde, sipahi olduğuna dair mühürlü ferman elinde, beyinin beygiri altında Zaloğlu Rüstem misali girmişti köye. Sıçan gibi saklanarak geçirdiği harbi meddah misali cenk meydanlarının kahramanı olduğu şeklinde anlatıp, beyinin şehadetinden sonra bu silahlarının ve timarın ona tevcih edildiğini bire bin katarak köylülere söyledi. En son olarak da beyden kalan konağa yerleşti. Köyün vaziyetini detaylıca bir deftere kaydedip sancak beyine gönderende bir sonraki sefere çağırılmamayı da garantiledi. Babasından kalan zırhı, silahları başköşeye asıp kendi de beyin üzerine büyük gelen kıyafetleriyle kılıcını giyerek sekbanlar gibi leventler gibi köyün içinde gezinir oldu. Gayrı ona “Gazi Salim Bey” diyorlardı ki anlattıklarının tesiriyle bu lakabı da ahali vermişti ona…

O vakitten itibaren yegâne eksiği kadın olduğundan köyünün güngörmüş kadınlarını konağa çağırtıp evlenmek için hatun aradığını beyan etti. Lakin her hatunla evlenemezdi, o ki bugüne bugün hem koskoca devlet-i Aliyye’nin timar beyi hem de harp sahrası görmüş bir koca gaziydi. Ona kendine yaraşır güzellikte ve endamda bir ağa kızı, kethüda kızı yakışırdı! Böylece köyün güngörmüş kadınlarından bir “görücü” takımı kurulup bunlar civardaki karyeleri, mezraları, köyleri birer birer gezmeye başladılar. Ağa kızları, kethüda kızları “cin çelliğinden” hallice bir marazlıya gelin gitmek istemediklerinden Salim’i beğenmediler, Salim’in koynuna girip malına mülküne sahip olmanın hayaliyle gözünü yumabilen hatunları da Salim beğenmedi. Derken bir gün bu kadınlardan birisi öfkeyle: “Güzeller kadir kıymet bilmez istemezler seni beyim, sen de güzelinden gayrısına bakmazsın. Bu diyarda olmaz ya baksa baksa bir tek Karışmışlı’nın peri kızları bakar zaar!” deyince merakı uyanmıştı. “Karışmışlı” köy yollarının en sapa yerindeydi ve adından anlaşılacağı üzerine ahalisine pek hoş gözle bakılmayan, hatt-ı zatında insan gözüyle de göremedikleri bir tuhaf köydü.

Gazi Salim Bey ısrar edip: “Benim gibi adıma elbette peri kızı yaraşır, varın birini istetin!” deyince kadınlar beyhude yere bu hevesinden vazgeçirmeye çalıştı. Lakin ikna edemeyince, evvela uzaktaki köylerden birindeki Okuyucu Faddum’a gittiler. Okuyucu kadına başlarına gelenleri anlatıp beyinin isteklerini söyleyince Faddum kalkıp beyin yanına geldi, arzusunun zorluğunu söyledi. Salim Bey ısrarından vazgeçmedi: “Sen bana peri kızlarından birine dünürcü gönder, arzuma kavuşursam na kapımdaki bağlı katır senindir!” dedi. Faddum Kadın, bir gün kendisine verilen katıra binerek hem kendi gözünü hem katırın gözünü tılsımlı bezlerle bağlayarak Karışmışlı’nın yolunu tuttu. Bir gün sonra sağ salim döndüğünde: “Senin işin tamamdır beyim. Birkaç güne kalmadan senden gelin bohçasını almaya gelecekler. Sen de karşılığında damat bohçasını teslim alacaksın!” cevabını alınca Salim Bey sevincinden havalara uçtu. Son kalan parasının bir miktarıyla kadın esvabı, ayna, tarak, misk, inci boncuk gibi şeyler aldırıp orta halli bir gelin bohçası hazırlatarak beklemeye başladı. 

Fırtınalı bir gece vakti kapısı çalınınca üç tane uzun boylu, âdem ejderhası suretli kimsenin bir kirli çuval ile dikilmekte olduğunu gördü. Gelenlerin maksadını bildiğinden kendindeki gelin bohçasını onlara vererek onların uzattığı bohçayı aldı. Adamlar gidince kirli çuvala bir anlam veremeyerek bohçayı açtığında midesi ağzına gelmişti. Damat bohçasından çıka çıka kurumuş kan lekeleri bulunan kefen, mezar toprağı olduğunu tahmin ettiği bir avuç toz toprak, kemik parçaları, soğan kabukları, hayvan pisliği gibi şeyler çıkmıştı. Birkaç gün sonra Faddum Kadın gelerek beş günün sonunda köyde düğün yapılacağını söyleyip, gelini o vakit getirebileceğini söyledi.

Salim Bey hazırlıklara başlamışsa da köylüleri hiç o sevinci taşımıyorlardı. Beş günün sonunda emrettiği halde düğün alayına gelecek bir kişi bile bulamayınca, atına atlayarak gelini tek başına getirmeye razı oldu. Atıyla köylerin sapağına doğru at sürende akşamın alacasında uzaktan bir harabeyi andıran Karışmışlı köyünü gördü. Faddum kadının gelini almaya giderken korkmaması için hem atına hem kendisine verdiği tılsımlı örtüleri, söylediği gibi hem atına hem kendi gözlerine bağladı. Bir anda etrafının bir kalabalıkla çevrildiğini anladı. Atının dizginlerinden tutarak Salim Bey’i köye götürüp, eyerinden indirerek bir sini başına oturttular. Kulağına davul zurna sesleri geliyor, meydanda hora tepenlerin gürültülerine davetlilerin konuşma sesleri karışıyordu. Yanına o esnada gelinin getirildiğini, şahitler huzurunda nikâhının kıyıldığını işitti. Nikâhı kıyan hocanın sesinin titremesinden kendisi gibi insan olduğunu, gecenin o vakti buraya çağrılarak bu nikâhı kıydığını fark ederek ürperdi. Damat bohçasından çıkanları tiksintiyle hatırlayarak bir şey yiyip içmekten imtina etti.

Salim Bey, düğünün ilerleyen saatlerinde bir anlık merakına yenik düşerek sesleri kendisine normal gelen bu insanların görünüşlerini, nihayetinde hanımının siluetini merak etti. Kendisine bunların tılsımlı örtünün tesiriyle normal geldiğini unutmuştu. Örtüyü indirir indirmez davul zurnayla çalınanın kendi kulağına ve bilgisine yabancı, hoyrat korkulu bir nağme, düğün ahalisinin de elleri ayakları ters kimselerle, koca ağızlı, koca vücutlu umacılar olduğunu fark etti. Hatta yerde kefenleriyle yatan ölüler vardı ki bunların henüz uyanma vakitleri gelmese de ecinni düğününden geri kalmak istemeyen hortlaklar olduğunu da anlayınca beti benzi attı. Yanında oturduğu geline baktığında, uzun ayaklarının ve kollarının direk misali kendi aldığı gelin entarisinden taştığı, uzun çalı misali saçlarının altında uzun suratlı bir kadının kendisini seyrettiğini gördü. O anda boğazından acı bir çığlık sesi yükselmiş, çığlığı civar köylerden dahi işitilmişti…

Salim Bey’i üç-dört gün kimse görmeyince öldü zannedilerek sancak beyine dahi haber verildi, lakin gözü bağlı beygiriyle hiçbir şey konuşmadan çıkıp gelince ne olduğunu az çok tahmin edip sustular. Bazı vakitlerde konağından kendi kendine konuşurken söylediği o ürpertici tekerleme haricinde hiçbir kelime etmedi ömrü boyunca:
“Uzun Gelin! Uzun Gelin! Dama pencereye uzanır da korkutur gelin!”

SON

Mehmet Berk Yaltırık
25 Temmuz 2015 – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder