2 Mart 2012 Cuma

Gül Yabaniler

Enteresan Bir Tesadüf Üzerine Not: Aralık 2013'te bu hikayeyi okuyan Ereğli'den bir okur bana ulaştı ve hikayeyle alakalı tesadüfi olan bazı hususlardan bahsetti. Aile arasındaki bir rivayete göre ailesinden Bekir Beşe isminde saraydan bir görevlinin Ereğli'ye yerleştiğini, Ereğli'de girişinde tuhaf semboller bulunan ve hakkında hazine söylentileri olan bir mağaradan bahsetti. Hikayeyi yazarken tamamen filmden ilham alarak ve kurguyla yazdım, tarihi malzeme olarak yeniçeriler ve yörükler haricinde bir detaya ihtiyaç duymadım. Ancak bu tesadüfi örtüşme her ikimizin de garibine gitti. Ben de bu anektodu buraya ekledim. M.B.Y

(İlk Yayınlanış: Gül Yabaniler, Gölge E-Dergi, 50.Sayı, Kasım 2011, s.80-84.)


(2011 yapımı “Orcs” filminden ilham alınarak yazılmıştır.)
            Rivayet ederler ve anlatılar ki fi tarihinde Karadeniz kıyılarındaki gür ormanlardan birinde tuhaf mahluklar peyda olmuş, yöre halkına musallat olmuş ahaliye mazharat-ı isal eylemişlerdir. Bu mahlukların sonradan ölüleri bile görülmüştür, insana benzer ama kara suretli olmaları ilkin cinni sanılmaları ama bizim gibi beden sahibi olmaları herkesin tuhafına gelmiş, hiçbir alim ve müneccim onların sırrına vakıf olamamış. Bunları görüp sağ kalanların demesiyle lisanları dahi bize benzemezmiş, göçerler gibi ok çeker pala sallar bir garip kabile imişler. Lakin ta Angılız memleketinden gelme bir alimden işitmişliğimize göre, bu kara kuru kabileye kafirler kendi lisanlarında “goblin” derlermiş, biz de bunun tam manası “gulyabanidir”. Her ne kadar gulyabani taifesi sürü gezip yay çeker kılıç sallar değillerse de bu hikayenin asıl mevzusu olan bu iblislere biz bu adı uygun gördük. O mahlukların saldırısını def etmeye muktedir olan aseslerden birisi olan yeniçerilikten çıkma Bekir Beşe ihtiyarlığına yakın Kostantiniyye’ye yerleşmiştir, hikayenin aslını ondan dinlemişizdir.
            Mahlukların yerin dibindeki cehennem zindanlarından çıkarak yeryüzüne musallat oldukları gün vazife yaptıkları gözcü kulesine sabah vakti, yaşlı ases İbrahim’in girip:
 “-Ormana yine habersiz Tahtacılar girmiş!” bağırtısıyla uyanmışlar. Ağızlarında bir dolu küfürlerle samanı sertleşmiş döşeklerinden kalkmışlar. İbrahim diretmiş:
            “-Tez giyinin, azıklarınızı alın yolda yersiniz dağ dibi köylülerinden ihbar geldi sabah ezanına yakın.”
            Bekir Beşe sövmüş:
            “-Millet şimdi Kostantiniyye’de Bizans dilberlerlerinin, altınlarının rüyasını görüyorken biz bu orman köşesinde ağaçların başını tutuyoruz. Sana uyan aklıma…”
            Mahmut’ta aynı şekilde söylenmiş:
            “-Ben mi dedim isyana karışalım diye. Bizim sonumuz gene iyi. Kelleden de olabilirdik, orman asesi diye sürgün yedik. Hiç sesini çıkarma, millet yağma ederken biz dalları saymaya devam edeceğiz.”
            Bekir Beşe’nin demesine göre bunlar zamanında Sultan Mehmed Han-ı Sani’nin Karaman Seferi dönüşündeki yeniçeri isyanına karışmışlar. Konya yakınlarında ayaklanarak sefer bahşişi istemişler. Sultan karşılıklarını Ankara’da vermiş, isyanın elebaşlarını dövdürterek azlettirmiş, kimisini katlettirmiş, kimisini de sürmüş. Üç yeniçeri neferi olan Gedikli İbrahim, Mahmut ve Bekir’in kısmetine sürgün çıkmış. Sadece kulesi ve yanına bir barakası inşa edilmiş olan tamamlanmamış bir Ceneviz kalesinin tepeden gördüğü deniz kıyısı ve dağların ortasındaki büyük ormana ases olarak tayin edilmişler. Sultan’ın yeni seferleri ve tabi Kostantiniyye muhasarası için hazırlayacağı gemilerin kerestelerinin nakliyesini kontrol altında tutmak ve kerestelerin çalınmasını engellemek için getirdiği yeni bir teşkilatlanmanın sonucu olarak üçer kişilik neferler ormanların başlarına atanmıştı. “Yaş kesenin başını keserim” emrinin yayıldığı dönem o dönemmiş. Anadolu’nun dört bir yanından orman ehli yörüklerden Tahtacılar getirilmiş, gemilerin ve bir nice şeyin gerektiği kerestenin kesim izni verilmiş.
            İşte o koca ormanda ki Bekir Beşe’nin demesine göre Karadeniz taraflarında Bolu sancağına bağlı Erekli civarında imiş, Cenevizlerden yadigar kule ve hemen dibindeki baraka gözetleme kulesi yapılmış, orman yeniçerilikten çıkma üç asese emanet edilmişti. Romatizmalarını bahane eden yaşlı İbrahim kulenin dibindeki taş duvarlı barakayı sahiplenmiş. Diğerleri de kulenin en üst katındaki gözcü odasına yerleşmişler. Geceleri deniz ve orman manzarasına nazır Ceneviz tüccarlarının Kırım’daki bağlardan getirdikleri şarap ve rakıların eşliğinde muhabbeti ve demi eksik tutmadıkları için kuleye yerleşmeye hiç ses etmemişler. Her birine bir nice eşya ile birlikte üstlerinde taşıdıkları kılıçlar dışında bir çok silahın bulunduğu, kulenin mahzeninde kilitli bir cephanelik bırakılmış. Av etleri, meyveler, köylülerin hediyeleri olan yemekler ve tüccarların getirdiği şeyler dışında, dışarıdaki su tulumbası kalenin yiyecek ve içecek istihkakıydı. Yaşına binaen ona buna emir yağdırarak bölgenin gayri resmi amiri olmuş İbrahim genelde barakasında otururken, gözlem ve nöbet gibi işlere hep bu iki ases koşarmış.
            Ceneviz korsanlarının da arada sırada göründüğü bir bölge olduğundan, devlet ormanlardan gelecek gemi kerestelerinin güvenliği için kuleye fazladan bir bölük askeri kuşatacak ve ihtiyaçlarını giderecek kadar hem kesici hem barut nevinden silah yerleştirmiş. Elbiselerin üzerine fazladan deriden pelerinlerini kuşanıp, keçe ases külahlarını giyip bellerine kılıçlarını taktıktan sonra aşağıya inerek kendilerine tahsis edilen iki ata binerek, İbrahim’in gösterdiği dağların dibinden geçen ve köye dek uzanan yolu takip etmişler. Bir grup köylü ormanın dibinden bazı davul sesleri duymuş ve bununla birlikte Tahtacı çadırlarının ormana dikildiğini görmüş. Sonrada sabah ezanının ardından ormandan tuhaf sesler ve çığlıklar işitmişler, sanki insanlar birbirlerini boğazlamaktalarmış gibi. Kendileri bakmaya çekinerek, bölgede silahlı tek güç olan orman aseslerine haber göndermişler. İşte İbrahim’in kendilerini kaldırıp orman yoluna sevk etmesi bundanmış.
            Bekir Beşe’nin anlatmasına göre, gündüz vakti olmasına rağmen sık ağaçlar ve yosunlarla, sarmaşıklarla kaplı devrilmiş ağaç gölgeleri ve zaman zaman görünen dibi balçıklı ufak gölcüklerle bezeli ormanı kocakarıların ateş başında anlattığı ecinnilerin umacıların kol gezdiği tekinsiz ormanlara benziyormuş. Devşirilmeden önce köylerinde işittikleri mezardan kalkanlara, ölü eti çiğneyenlere, insana musallat olan tuhaf şeylere dair korkulu hikayeler akıllarına düşüyormuş. Hatta kendi demesine göre Ceneviz kafiri de ormanın cininden perisinden çekindiği için kale dikmeye korkmuş. Sağdan soldan uzaklardan dağlardan davul sesleri geliyormuş da hem köylüler hem asesler cinler padişahının mehter takımı nevbet vuruyor diye sesin aslını aramaya korkarmışlar, meğerse o gulyabaniler dövermiş bu davulları. Asesler uzaktan görünce Tahtacı çadırlarını o yöne seyirtmiş. Vardıklarında gördükleri şey harp alanından ve en dehşetli kabuslardan bile daha korkunçmuş. Ne insan ne hayvan canlı namına hiçbir şey yokmuş. Ya okla ya keskin palalarla ahalinin vücutları kanlar ve kesik parçalar halinde yerlerdeymiş, kesik başlarından bir tepe yığıp tepesine domuz derisinden kara bir sancak dikiliymiş. Elleri ayakları titriyor, kan kokusundan delirecek gibi oluyor, akılları uçmuş gibi boş boş masumlardan kalanlara bakakalmışlar.
            Akılları başına gelince bu katliamın nedenini merak etmişler. Öyle ya bir bölük adam, çocuk katledeceksin hem de bunun için gereken asker iz bırakmayacak. Ama görünürde hiçbir iz de yokmuş. Ceneviz korsanlarından şüphelendiklerinden sahile at sürmüşler ama bir iz bir işaret bulamamışlar. Davul sesleri artarken köye gitmişler, bakmışlar ki o kadar süre içerisinde bir başka katil grubu daha köye girip ahaliyi katletmiş, domuz derisinden kara sancağı kesik başlardan öbeğin üzerine dikmiş. Korsan olsalar kıyı yolunda kesin karşılaşacaklarından bunların dağlardan inen bir grup olduğunu anlamışlar. Köy evlerinde yaşayan var mıdır diye gezinirlerken evlerden birinden üstlerine siyah derili, çamura bulanmış gibi, tuhaf görünümlü hırıldayan bir mahluk fırlamış. Elinde kara renkli bir pala, sağa sola savuruyormuş. İlkin gördüklerinde dua felan okumuşlar ama bakmışlar duracağı yok, kılıcı çekip işini bitirmişler. Yakından baktıklarında insan olmadığını anlamışlar. Kıyamet zamanı ortaya çıkacak ve insanları mahvedeceği söylenen Yecüc Mecüc taifesi sanmışlar. Tam o sırada arkalarından bir başka hırıltı duyulmuş ama vızıldayan bir ok ile o yaratıkta ölüp gitmiş. Bakmışlar atının yanında elde yay Gedikli İbrahim durmakta. Gedikli İbrahim’in mütekaid (emekli) olmasına çok yakınmış, o denli yaşı varmış ki yeni yetmeliğinde Yıldırım Bayezid Han’ın Kosova cengine iştirak etmişliği, orada ilk sahra toplarını ve bazı Frenk tüfenklerini görme imkanı olmuş. Nişancılığı en iyi olanlardanmış ki, gençliğinde Sultan Çelebi Mehmed Han devrinde buna gavurun cengaverleri “Tüfenkli şeytan” diye lakap takmışlar. Gedikli’ye işin aslını sorduklarında kulenin civarında buna benzer üç mahluk bulup okuyla hakladığını, atına binerek peşlerine takıldığını söylemiş. Tam sancağa haberci gidelim belki sayıları fazladır ve bu yaratıklar nereden gelmedir nedir gibi meseleleri ayaküstü konuşurken etraflarına kara tüylü oklar saplanınca atlarına bindikleri gibi kendilerini kuleye atmışlar. Kaç kişilerse kulede kalıp savaşmaya karar vermişler, zaten bir süre sonra bunun isabet olduğunu anlamışlar. Dağlardan orman içlerinden davul sesleri artmış, gelip geçen kara suretli varlıklar gözlerine sık görünür olmuş. Ormandan geçilmez olduğunu, atlarla bile geçilemeyeceğini anlamışlar. Devletin korsanlara karşı kullansınlar diye bıraktığı silahları kullanalım demişler. Sayıları fazla olsa bile böyle bir kuleye giremezler, biz de vuruşuruz diyerek önce kulenin kapısının önüne bulabildikleri eşyalarla yığınak dizmişler, sonra da cebehaneliğe bakmışlar. Fazladan birkaç sadak ok ve üç yay, iki tüfenk, üç fıçı barut, bir iki tane miğfer, kalkan, topuz, balta. Bir de demelerine göre her nasılsa Bursa cebehaneliğinin eskilerinden kalma, artık kullanılmaz diye elden çıkarılmış hafif, Kosova sahrasında gürleyenlerden bir sahra topu ve kafi sayıda gülle. Gerçi top kullanmasını bilmez yeniçeri taifesinden ases yapıp depoya eski, elden düşme silahları koymak bize dahi tuhaf geldiyse de dünyanın hali türlü türlüdür kanaatine vardık.
            Kapıyı buldukları tahtalarla mıhlayıp cebehanenin silahlarını yanlarına aldıktan sonra en son sahra topunu güç bela asıla ittire taş merdivenlerden yukarı taşıyıp kulenin pencerelerinden ormana bakan kısma yanaştırmışlar, barutları da yanlarına almışlar. Bekir Beşe’nin demesine göre içlerinde eğer evvelde tüfenkendazlık ve topçuluk bilmeyen Gedikli İbrahim olmasa bu sahra topunu tövbe kullanamazlarmış. Gedikli bunlara hem gülle yerleştirme hem doldurma vazifesi vermiş, topun yönünü ve ayarını kendisi yapacakmış. Barut fıçılarından birini ne olur ne olmaz diyerek aşağıdaki kapının önünde bırakmışlar. Kuşatma usülü gereği evvela okla ateş açmışlar. İbrahim ise tüfekleri hızlı hızlı doldurup ateş saçmaktaymış ki her atışında bir iblisi yerine mıhlamaktaymış.
            Yol yordam bilmez iblisler okla tüfenkle vurulunca bu kez öfkelenip yağmur damlaları gibi Ceneviz kulesine doğru bağıra çağıra, domuz derisinden kara sancaklarını sallayarak atılmışlar. Attıkları oklar ve taşlar kulenin tepesine dek gelse de pencereden içeriye denk düşürecek kabiliyette değillermiş. Dağlardan sürü sürü gelip kulenin önüne birikince bu kez okları ve tüfengi bırakıp topu ateşlemeye başlamışlar. Gülle tükenene kadar attıkları toplarla birçoğunu tarumar etmişler. En son yine ok ve tüfenk atmışlar ama iblislerin kökünü kazımaya yetmemiş. Kalan son oklardan birin ateşleyip ne olacaksa olsun diyerek iyice zorlanmaya başlayan kapının dibindeki fıçıya göndermişler. Patlamanın etkisiyle kule rüzgarda salınan buğday başağı gibi bir o yana bir bu yana sallanmış ama yıkılmamış, parçalanan kapının kıymıkları iblisleri mermi gibi delik deşik etmiş, ateşlerin etkisiyle kavrulmuşlar. Artlarından gelenler taş merdivenlere doğru hücuma geçince zaten piyade taifesinden olan yeniçeriler kılıçla baltayla Allah Allah naralarıyla üzerlerine atılmış. Önlerine gelen kah kellesini kah kollarını kaybedip uluya uluya ölmüşler. Bunlardan korktuklarından ve sayıları da epeyce azaldığından kuleden yüzgeri edip kaçmışlar ama asesler bunları takip ederek yakaladıklarını doğramışlar. Çıktıkları mağara ağzını bulmuşlar. Burada bazı kızıl sancaklar varmış ki üzerine tek göz şeklinde tuhaf bir suret çiziliymiş. Kimilerinin kalkanında ve miğferinde beyaz el sureti varmış. Bunların ne olduğunu ne onlar bilmiş nede o leşleri inceleyen gizli alim sahibi sihirbazlar ve müneccimler tanıyabilmiş. En son bir çingene falcısı demiş ki bunlar bu dünyadan değil başka bir dünyadan yerin dibini kaza kaza yeryüzüne çıkalar.
            Bekir Beşe hikayenin sonunu merkeze haber gitmesi, sancaktan gelen askerler ve muhite doluşan müneccimlerle bitirir. Der ki bir büyük ateş yaktık, kaffesini toplayıp tek bir parça bırakmadan Nemrut’un ateş yığını gibi o koca ateşte yakmışlar. Küllerinden kalanları ve zırhları palaları gömüp o uğursuz mağaranın ağzını kapatmışlar. Bu kıyımdan kurtulabilen birkaç yaratık köylerde ve civar dağlarda görüldüyse de ahali tarafından yaban adamı veya congoloz sanılarak taşlarla sopalarla öldürülmüş. Ben bu hikayeyi bir de civardan göçen Marissio nam bir Karadeniz Ceneviz’inden dinledim. Dediğine göre yaratıklardan biri sağ kurtulmuş, hatta bir süre insan içinde duvarda zincirle yaşaya yaşaya uysallamış insan lisanını öğrenmiş sonra bir gece dağlara kaçıp kaybolmuş, dağ gulyabanilerinden çocukları kızları yeniden o dağlarda görülür olmuş. Doğrusunu Allah bilir…
SON
Mehmet Berk YALTIRIK
10 Ekim 2011 – Edirne

2 yorum: