(Not: Bu röportaj daha önce 05.02.2023 tarihinde Kidega Blog'da yayımlanmış, ekte yer alan internetteki ilk detaylı Haldun Sevel biyografisi de tarafımdan Dark İstanbul için kaleme alınmıştır. Konunun meraklıları "Ustura Kemal"i konu alan ilk akademik makale olan ve 2018'de Emine Gürsoy Naskali hocanın editörlüğünde Kitabevi Yayınları'ndan çıkan "Çizgi Roman Kitabı"nda yer alan "Bir Kabadayının Anatomisi: Ustura Kemal" adlı makalemi de bağlantıya tıklayarak okuyabilirler. MBY)
Hazırlayan: Mehmet Berk Yaltırık
Birkaç
kuşağın tanıdığı, yıllarca gazetelerde tefrika çizgi roman, dergi ve albüm
olarak yayımlanan, 1996 ve 2012'de iki kere diziye uyarlanan Üsküdar kabadayısı
Ustura Kemal’i hayal dünyamıza armağan eden Haldun Sevel, eski İstanbul
kültürünü ve Milli Mücadele senelerinde yaşananları çizgilerle aktardı. Maceraları
1972 Temmuz’unda Günaydın gazetesi bünyesinde çıkan Gün gazetesinde başladı, 1974’te
Gün gazetesinden Günaydın’a geçti, Günaydın Almanya, yine Günaydın bünyesinde
yayımlanan Kocaeli gazetesi, İzmir Demokrat gazetesi, Tercüman Almanya, Güneş,
Akşam ve Hürriyet gazetelerinde yer aldı, 1970’lerde haftalık dergi şeklinde de
yayımlandı. 90’larda ve 2000’lerde albüm çalışmaları raflarda arz-ı endam etti.
Denize olan tutkusuyla “Rüzgâr Baba” olarak da
tanıdığımız yılların çizgi ustası Sevel ile Ustura Kemal’i, çizgilerle
serüvenini, deniz tutkusunu, hatıralarını konuştuk.
Kendisini 1996’da televizyon dizisi vesilesiyle tanıdığım, sonrasında çizgi romanlarını okuduğum, yazdıklarımda etkisi olan isimlerden ustam Haldun Sevel’e cevapları için teşekkür ediyorum. Ayrıca yıllar önce kendisiyle irtibat kurmamı sağlayan ve tanıştıran, Hayalet e-Dergi’nin editörü, Gölge e-Dergi senelerinden tanıdığım usta çizer Mehmet Kaan Sevinç ağabeye de buradan teşekkürlerimi bildirmek isterim.
(Rakamla başlayan soru kısımları bana, italik kısımlar Haldun Sevel ustaya ait)
1-Çizerliğe
nasıl başladınız? Hangi ustalarla çalışma imkânınız oldu? Ustura Kemal
karakteri nasıl doğdu? Eski Üsküdarlıların ve Üsküdar kabadayılarının
hatıraları, sizlere anlattıkları çizdiklerinizi nasıl etkiledi?
-
İlkokul sıralarında o yıllarda yayınlanan
bütün resimli romanları alır, itina ile biriktirirdim. Pekos Bill. Okluhoma.
Tommiks. Teksas. Ortaokul yıllarında çizgi romanlar yapmaya başladığımı
hatırlıyorum. Çalışma masam falan yoktu. Oturduğum koltukta kucağıma kalın bir
yastık koyar, üstüne bir tepsi. Oldu bana masa. Ve İşte... 14-15 yaşlarımda
yolladığım o çizgi romanları ve benzerlerini yapmaya başlamıştım. İnsan
anatomisini herhalde halter bodybulding dergilerinden öğrenmiş olmalıyım.
Nedense hep antik çağlara ait minik
senaryolarımı resimlerdim. Ortaokul bitirme sınavlarımda bir dersi verememiş ve
beklemeye kalmıştım. Öyle saçma bir uygulama vardı o yıllarda. Öğrenci
beklemeye kaldığı zaman okula devam etmiyor, isterse sadece beklemeye kaldığı
derse giriyordu. Aklımda fikrimde hep resim yapmak vardı zaten, okul pek
umurumda değildi. Ve resimli roman. O günlerde Babamın da yönlendirmesi ile
yaptığım resimleri elime alıp güya bir iş aramaya başladım.
Sonunda bana ‘San Organizyon’u tavsiye
ettiler. Orası o yılların grafik sanatlarda ve tiyatro afişlerinde uluslararası
büyük usta Mengü Ertel’in iş yeri ve atölyesi idi. O 14-15 yaşlarındaki çocuk
Haldun’u geri çevirmedi. O dev adama şükran borçluyum. Resimli roman yapabilmek
için bütün malzeme ve teknikleri orada öğrendim. Şöhler, canson, tarama ucu,
habico fırça, antiskop. Ecoline boya, siyah beyaz fotoğrafçılık. Ve o yılların
olağan üstü insanlarını da tanıdım orada. Aziz Nesin, Karikatürist Mıstık (Mustafa
Eremektar) Mina Urgan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, heykeltraş Kuzgun Acar. Erkal
Yavi, Ersal Yavi. Ve pek çok değerli sanatçı. Benim okulum orasıydı. Lise
bitene kadar her yaz oraya Mengü Beyin yanına gittim.
Bir gün o Habico fırça ile kulağımı
kaşıyordum... Mengü bey omuzuma dokundu: “O fırçaya saygılı ol. Çünkü sen
onunla hayatını kazanacaksın!” demişti.
Büyük usta demek ki bunu yani
geleceğimi görmüştü.
Lise bittiğinde, ailevi şartların
elverişsizliği sebebi ile gece okuluna gitmeye başladım. (UESYO) ‘Uygulamalı
Endüstriyel Sanatlar Yüksek Okulu’. Gündüzleri ‘Mıstık Prodüksiyon’da
Karikatürist Mıstık ağabeyin yanında çalışıyor, karton film yapımına yardım
ediyordum. İş olmadığı zamanlarda ise yine çizgi roman yapıyordum. Artık az çok
ustalaşmıştım da.
Mıstık Prodüksiyon’dan erken çıkıp
(çünkü sabah 8 de işimin ve masamın başında olurdum) Weıder vücut geliştirme
klübüme gider, antremanımı da yaptıktan sonra gece okuluma giderdim. Okulda bir
gece müdürümüz vardı. Osman Ağabey. Teneffüslerde sohbet ederdik. Ona yaptığım
resimli romanları da gösterirdim.
Bir gün şu sözleri belki de kaderim
oldu.
“Yav Haldun!” Dedi... “Biz burada her yıl
30-40 mezun veriyoruz (peyzaj mimarı) Tatbiki güzel sanatlar da
(Akaretler’deki) bir o kadar mezun veriyor! Akademi de (Fındıklı’daki) bir o
kadar mezun veriyor... Ve hemen hiçbiri de iş bulamıyor... Bak senin böyle bir
yeteneğin var, bunları gidip gazetelere göstersene.”
Bu öneriyi ertesi gün Mıstık ağabeye
söyledim.
“Olur tabii” dedi, “Ben gösteririm gazetelere,
ama önce bir kahraman yaratman lazım. Kahramansız olmaz.”
“Peki ne yapalım?” diye sormuştum.
“Efe, efe yapalım, haydi bir efe tiplemesi yap
şuraya.” demişti.
Hemen kalemi resim kâğıdını alıp,
hayalden bir efe yapmaya çalıştım.
“Bu efe olmadı ki” dedi.
“Ne oldu peki?” dedim.
“Bu eski İstanbul kabadayısı oldu”
demez mi?
O günlerde de Refii Cevat Ulunay’ın “Eski
İstanbul Yosmaları”nı, “Sayılı Fırtınalar”ı ve Ahmet Rasim’in “Muharrir Bu Ya”
ve “Fuhş-i Atik” kitaplarını okuyorum, hem de kaçıncı defa.
“O zaman eski İstanbul kabadayısı
romanı yapıyoruz” dedim. Kahramanım hazır bile.
Ben 15-16-17 yaşlarında yeni yetme bir
delikanlı iken arkadaşlarımla mahalle mahalle dolaşır iddiasına bilek güreşleri
yapardık. Bu semt kahveleri içinde bayağı geçmişi olan tarihi sayılacak
kahveler de vardı. Salah Birsel’in “Kahveler Kitabı”nı da okumuştum o yıllarda.
O kahvelerde kabadayılıkla ilgili öyküler dinlerdik. Zaten o yıllarda Üsküdar’ın
delisi de babayiğidi de boldu.
Üsküdarlı Usta Kemal’i de bu bilek
güreşi ziyaretlerinde yaşlı amcalardan dedelerden dinlemiştim, çok gazla
etkilenmiştim. Çünkü bu bahsedilen Usta Kemal’i ben çocukluğumda anneannemle
gittiğim Darülaceze’de tanımıştım. Emindim o olduğuna. Bana işlemeli pirinç bir
kutunun içinde kağıtları olan bir not defteri hediye etmişti. Üstünde ismi
vardı Usta Kemal. Maalesef onu dizi çekilirken filmcilere verdim, Mustafa Şevki
Doğan’a vermiştim, geri vermedi idi.
Hemen dört bant hazırladım, her birinde
üç kare olan yatay bantlar. Mıstık ağabey o sabah saat 9’da “Günaydın” gazetesine
gitmek üzere prodüksiyondan ayrıldı.
Saat tam 10.30’da telefon çaldı.
Mıstık ağabeydi arayan.
“Bantlarını kaligrafist Nezih (Dündar)
ağabeye gösterdim, o da Haldun (Simavi) Bey’e göstermiş. Haldun Bey de ‘O çocuk
bu romanına devam etsin, biz de yayınlayalım’ demiş.”
Kulaklarıma inanamıyordum tabi. Daha
22-23 yaşındaki ben kim, Günaydın gibi bir star gazetede çalışmak kim? Sevgili Mıstık
ağabey de destek vererek:
“Sen burada masanda çalışmaya devam
et. Sadece resimli romanlarını çiz, ben yokken telefonlarıma baksan yeter”
demişti.
Mengü Ertel’in ve Mustafa
Eremektar’ın haklarını ödeyemem, onlar olmasaydı sanırım Ustura Kemal de
olmazdı.
Böylece 73 yılı temmuz ayında
başlayan Ustura Kemal, aralıksız 35 yıl pek çok gazetede yayımlandı. Almanya,
Avusturalya ve Libya’da yayımlandı. Haftalık dergi olarak yayımlandı. İki kere
de dizi filmi çekildi yayınlandı. Kitapçılarda da sanırım 4-5 albümü var.
2-Hangi
özel tekniği kullandınız Ustura Kemal’i çizerken? Fotoğraf merakınızla çizgi
sanatını nasıl harmanladınız?
-Ustura Kemal’deki resim tarzı
kendiliğinden oluştu diyebilirim. Çünkü tarz olarak kendime örnek aldığım bir
usta yoktu.
Uzun yıllar önceydi. Çizgi romana
profesyonel olarak başlamadan az önce. O zamanlar hayalden çalışıyordum. Ama “bir
eksiklik var” hissi duyuyordum. Yine de yerli ya da yabancı bir ustayı taklit
etmek istemiyordum. Güveniyordum kendime. Bir gün elime bir Vampirella albümü
geçti. Arka kapakta bir Vampirella fotoğrafı vardı. Evet fotoğraf, çizim değil fotoğraf.
Vampirella’nın fotoğrafı. Vampirella bir manken kızdı demek! Vay canına! O an bir
ışık yandı içimde. “O zaman bunlar
modelden ve fotoğraftan çalışıyorlar” dedim. Ortaokuldan beri zaten iki fotoğraf
makinem vardı. Mengü Bey’in yanında karanlık oda fotoğrafçılığını da
öğrenmiştim. Hemen işe koyuldum.
Çizgi romanım Üsküdarlı Usta Kemal
için fotoğraf çekmeye başladım hemen. İlk modelim Mıstık Abim oldu. (Kolcu
Raif) İkinci modelim Adıyaman hanın çaycısı Nevzat oldu. Lakabını da kendi
koydu. (Ağır Batarya Çaycı Nevzat.) Usta Kemal de ben oldum. Ve ne kadar
arkadaşım varsa hepsinin fotolarını çekmeye başladım. 20 kare portre, 20 kare
büst, 20 kare boy. Ve kafama göre kavga resimleri. Günler geceler boyu
çalıştım. Kısa zamanda 10-15 kişilik bir fotoğraf arşivim oldu. Şimdi bu fotoğrafları
hatasız resim kağıdına aktarmak için bir Antiskop gerekiyordu. (Dikine çalışan
bir projeksiyon, yukarı kaldırınca resmi büyüterek kağıda yansıtıyor, aşağı
indirince küçültüyor) Mengü Bey’in elinde 2 tane yedek vardı. Birini bana
satmaya razı oldu, onu taksitle aldım. Mıstık Prodüksiyon’un duvarına monte
ettim.
Peki ya fonlar yani geri plan ne
olacaktı? Babacım o yıllarda bana “mezarlık ressamı” derdi. Hep Karacaahmet Kabristanının
tablolarını yapardım. Bir iki de eski ev ilave ederdim ecoline tablolarıma.
Hemen gidip iki spot ışığı aldım. Bir de 6x6 lubutel’ime ayak. Mezarlık ve eski
ev tablolarımı bir duvara bantlayıp ve spotları da yakıp, onların negatiflerini
elde ettim. Ve bu negatifleri mat fotoğraf kâğıtlarına bastım bol bol. Birinci
plan olan insan figürlerini çizip boyayınca, hassas bir makasla dış
konturlardan dikkatle kesiyor ve mat kâğıda basılmış fon resimleri üstüne,
perspektifini ayarlayarak yapıştırıyordum.
Resimli romanımın böyle yayımlandığı
günlerden bir gün, büyük usta Suat Yalaz beni arayarak: “Yav Haldun o kadar
detaylı fonları her resmin arkasına tekrar tekrar nasıl yapıyorsun, gözlerine
yazık” demişti. İşte arka plan tekniğim de buydu.
İnsan figürlerini de nasıl elde
ettiğimi anlattım. Şimdi gelelim boyama tekniğime... Bunu uygulayan bir resimli
romancı olduğunu hiç sanmıyorum. Bu tarz benimle birlikte ölüp gidecek. Hâlbuki
ilave hiçbir şey yapmadan mükemmel sonuç veren bir tarz. Ecoline çalıştığımı
söylemiştim ya. İnsan figürlerinin konturlarını önceleri tarama ucunu çini
mürekkebi ile kullanırdım. Yani konturları çini mürekkebi ile çeker,
sulandırılmış ecoline’lerle de insan figürlerine gölge verirdim. Klasik ecoline
çalışması yani. Resimli romanımı yaparken, önümde mukavvadan yaptığım bir
dörtlü bir ecoline yuvası dururdu. En solda çok açık gri ecoline, onun yanında
gri ecoline, onun yanında siyah ecoline, en sağda da çini mürekkebi. Bir gün
farkında olmadan tarama ucunu çini mürekkebine batırarak konturları çini ile
çizeceğime... siyah ecoline batırıp siyah konturları 700 no siyah ecoline ile
çizmişim farkında değilim. Kontur işi bitince 10 numara habico sulu boya
fırcamı en açık griye batırıp konturlarıma her zamanki gölgeyi vereyim dedim.
A-a o da ne!? Kontur eriyor! İzi kalıyor ama eriyor ve kendi kendine degrade
geçişler, çok hoş dalgalanmalar oluşuyor. Fırçadaki su miktarı fazla ise
dalgalanmalar çok coşkulu oluyor, az ise hafif dalgalanmalar kendi kendine
oluşuyor. Önce “eyvah” dedim ama, şahane bir armoni olduğunu hayretle gördüm. O
günden sonra çini mürekkebini hemen bıraktım, tüm konturları siyah ecoline
batırılmış tarama ucu ile çekmeye başladım. İşte benim tekniğim ve tarzım da
kısaca böyle.
3-Ustura
Kemal 1996’da ve 2012’de iki kere televizyon dizisi olarak ekrana uyarlandı.
1996’daki uyarlamada Ustura Kemal karakteriniz siz canlandırmıştınız. Bu
uyarlamalarla alakalı olarak neler söylemek istersiniz?
-Ustura Kemal dizileri ile ilgili
düşüncelerime gelirsek. 96’daki dizi, her şeyden önce tamamen benim yazdığım
senaryolar üstüne kurulu bir diziydi. Ustura Kemal’in yazılıp çizilmiş veya
yazılıp henüz çizilmemiş serüvenlerinden yola çıkmış bir çalışmaydı. Hepsinin
de yarı belgesel niteliği vardı. Her bölüm başlı başına ayrı bir serüvendi. Canlandırdığı
dönemin siyasetine de âdetlerine de dikkat edilerek hazırlanmıştı. Benim lise
ve sonraki yıllarımda biraz tiyatro denemelerim olmuştu, kendi kahramanımı
yaratmak zor olmadı. Zaten yıllarca ve yıllarca yarattığınız kahramanın tarzı
ile karakteri ile var ederken, artık siz mi onu oluşturdunuz? O mu sizi
oluşturdu, birbirine karışıyor giderek. O günlerde ATV’yi ele geçirmiş Türker
İnanoğlu bir kalp krizi geçirerek hastanelik olunca, dizilerin başındaki müdür
Ekrem’di yanlış hatırlamıyorsam. Hemen başlayalım deyince bir ay içinde kolları
sıvadık. O yıllarda Türker İnanoğlu TRT’nin arşivinden “Bizimkiler’i bölüm
başına yaklaşık bir milyona alıp ATV’ye 4-5 milyona satıyor diye duyuyorduk. Biz
bölüm başına 1,5 milyonla borç harç bölümleri tamamlayıp teslim ediyorduk. Prime
time saatlerinde yayınlanan dizimiz, o aylarda dünya kupası maçları olduğu
halde, yüzde 17 izlenme payı alarak en başlarda yer aldı ve pazar günleri
tekrarlandı.
Her şey çok iyi gidiyordu ve elimizde
çok güzel senaryolar vardı.
“Ko desinler aftos, yarin on parmağı
kınalı” “Mösyö Kumpanya” “Çiroz Ali” “Hafif çalıyı yel alır, ağır çalı yerinde
kalır” “Ol dilber-i Rana ile Kel İpek” gibi yıllarca süren araştırmalar ile
oluşturduğum senaryolar. Fakat biz 8’inci bölümü çektiğimiz günlerde Türker
İnanoğlu ATV’ye geri döndü. Daha az bir ödeme ile satın alınan ve daha iyi izlenme
payı alınan dizimizi yayından kaldırttı. Bizler de her bölümde daha fazla ödeme
sıkıntısına girdiğimizden hiç üstelemedik. Bu çelmeye üzüldük sadece.
Gelelim 2012’de çekilen Ustura Kemal dizisine. Firmanın ismini hatırlayamadım, sahibi Ali Gündoğdu’nun yaptığı Ustura Kemal dizisine. Ali 96’daki dizide bizim set amirliğimizi yapmıştı. Ali iyi niyetli olarak pahalı bir diziye soyundu. Ancak onlara gerçek (Mustafa Şevki Doğan’a) Ustura Kemal senaryoları verdiğim halde ve dönemi yansıtan bol doküman da verdiğim halde, tamamen uydurma senaryolar ile çekimi sürdürdüler. İşte Tatavla Rum kabadayıları kötü adam, işte Türk kabadayıları iyi adam. Türk kabadayıları döver Rum kabadayıları dayak yer, onlar kaçırır bizimkiler kurtarır vesaire, vesaire bir sürü uydurma konu. Hâlbuki Ustura Kemal ırkçı bir öyküleme değildir. Eski İstanbul’da Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si, Levanten’i, Vitol’ü hepsi dostça yaşarlar, komşuluklar yaparlar, birbirlerinin bayramlarını kutlarlar. Yani hümanist bir öyküdür Ustura Kemal. Avam insanların babayiğitçe ahlakını anlatır. Yani bu güzelliğin içine ettiler.
Ben baştan itibaren zaten hiç
müdahale etmedim, filmciler maalesef gerçek Ustura Kemal’i değil, kafalarında
uydurdukları şeyi yaptılar Ustura Kemal ismini kullanarak. Yaptıkları ırkçılığa
tepkiler gelmeye başlayınca da, “Konular Haldun Sevel’den alınmıştır” yazısını
jeneriğe ekleyerek, bir de benim arkama saklandılar güya. O uydurma ve ırkçı
senaryoları yazan dostumuz Baykut Badem’di.
Yine karışmadım çünkü artık hayatı
terk etmiştim ve denizlerde mütevazı teknemde yaşıyordum... İnsanların kazanma
hırsı içindeki hayatlarının benim doğal yaşamımda artık hiç yeri yoktu. O
aylarda Show TV, Mehmet Emin Karamehmet’indi. Ödemeler çok çok aksıyordu. 8’inci
9’uncu 10’uncu bölüm çekilirken, daha sanırım 3’üncü 4’üncü bölümün ödemesi
ancak yapılıyordu. Bu yüzden Ali Bey 13’üncü bölümden sonra, bana göre bol
masraflı ama niteliksiz dizinin ödeme zorlukları içinde kalan çekimine son
verdi. Ben de bir oh dedim yani. İşte böyle.
5-Kendi
çocukluğunuzda Milli Mücadele yılları ve Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’le
ilgili bir anınızı sosyal medyada paylaşmıştınız. 1950’lerin başında,
çocukluğunuzda anneannenizle Söğütlüçeşme’den Altıyol’a doğru yürürken
yaşadığınız bir anı. Bu hatıranızı ve hissettiklerinizi anlatabilir misiniz? Ayrıca
İstanbul’un işgal yıllarıyla alakalı olarak rahmetli Sahaf Tayfun Kurt’un temin
ettiği belgelerden, kaynaklardan faydalandığını anlatmıştınız. Çınardibi Sahaf
ve Tayfun Kurt ile tanışmanızı ve çalışmalarınıza nasıl yardımcı olduğunu
anlatabilir misiniz?
-Anneannem... Behice Leman Koç. İstanbul’un
işgali yıllarını ve o acıları, korkuları ve açlığı ve bakımsızlıktan veremi
yaşamış bir kadıncağız. Anneannem. Bana çocukluğumda ara sıra o işgal günlerini
anlatırdı. Ah Mehmet Berk yine yarama dokundun.
Anneannem çocukluğumda, yeni
delikanlılığımda bana bir şey göstermişti gözyaşlarıyla. O zaman niye
ağladığını anlayamamıştım. Şimdi taa içimde hissediyorum hala. Bir tülbent
içine sarılmış bir şey... Kurumuş 3 ya da 4 dilim ekmek, bir avuç da kurumuş
zeytin. “Ordumuz İstanbul’a girdiğinde, evde, tel dolabımızda sadece bunlar
kalmıştı oğlum, yiyecek başka hiç bir şeyimiz kalmamıştı.” demişti. Öyle
karanlık günler ki Leman Hanım da, Kamile bebek de (annem) verem. Ama o veremli
kadın ne yapmış? Tabi anneannenin bana anlattıklarını doğrulayacak hiç kimse
hayatta değil artık. İşgalin zulmünü çeken o insanların belki de hayatta kalan
son şahidi benim belki de. O karanlık günlerde Türk bayrağının yapımı satılması
özellikle de asılması yasak olmalı ki, Leman hanım bir gün Mustafa Kemal Paşa’sının
onları kurtaracağından emin, evinde iğne iplikle bir Türk bayrağı yaptığını
anlatırdı. “Sonra anneanne sonra ne oldu, sonra ne oldu?” diye sorduğumda bir
süre yine gözlerini siler devam ederdi. “Ekim günleriydi, düşman gemileri daha
gitmemişti (bir gün sonra gün doğarken gidecekler). Küçük çocuklar bağıra
bağıra Kadıköy’den doğru Türk askerinin geldiğini haber verdiler. Onlara, sokak
çocuklarına ‘Sümüklü Kahramanlar’ denirmiş. Mustafa Kemali ve Türk askerini
anlatan birkaç gün önceki Anadolu gazetelerini bağıra çağıra sokaklarda
satarlar, işgal askerlerinden dayak yerler, ağızları burunları kanaya kanaya
salya sümük, yakalanmayan arkadaşlarının gazetelerini paylaşır ve yine ağlaya
ağlaya satmaya devam ederlermiş. Leman Hanım da bu çocukların yüzünü gözünü
siler yaralarına merhem sürermiş. Sümüklü kahramanlar Türk askerinin Kadıköy’den
doğru geldiğini çığlık çığlığa duyurunca... Leman Hanım hemen Kamile bebeği bir
masa örtüsüne sararak sırtına almış... Eline de düz bir sopaya bağladığı Türk
bayrağını alarak, o veremli bir deri bir kemik hali ile (ömrünün sonuna kadar
öyle çok zayıf kaldı) Salacak Bostan sokaktan koşmaya başlamış. İhsaniye alt
sokaktan Harem’e oradan ayıla bayıla Selimiye kışlasının önünden, sağlık
okulunun orada askerlerimizi yakalamış. Yıllar sonra öğreniyorum ki düşman
gitmeden İstanbul’un Anadolu yakasına giren fırkanın adı, Demir Fırka.
Komutanları Hüseyin Hüsnü (Erkilet) Paşa. Sırtında bebeği ile öndeki süvariye
koşmuş. Çizmelerine sarılmış, çizmelerdeki tozları yüzüne yanaklarına sürmüş.
Yani öyle anlatırdı gözleri yaşlı. Dedem Üsküdarlı İsmail Hakkı Kaptan yok. “Leman”
dermiş, “Ben sabah ezanı okunduğunda hala gelmemişsem, hemen Kamile bebeği
sırtla doğruca Çamlıca’ya akrabalarına kaç (ama Çamlıca’da kim vardı ismini
hatırlayamıyorum). Bir sabah, sabah ezanı okunmuş İsmail Hakkı Kaptan yok,
öğlen okunmuş yok. Leman hanımla Kamile bebek kalmışlar tek başlarına. Gerisi
uzun... Şimdi ben bunları dinleyerek büyüdüm, dolayısı ile İstanbul’un işgalini
yaşamadığım halde, sanki yaşamış gibi içimde bir acı olarak yer etti. 1973’te
başlayan Ustura Kemal’de 84-85 yıllarına kadar Mutlakiyet devrini araştırıp
anlattım. İşte Direklerarası, Aksaraylı Onikiler, Zina Yokuşu (aslı Sena
yokuşu) Saray hafiyeleri, Başbelası Fehim paşa, Yedi Sekiz Hasan paşa, Kâğıthane
sefaları, Cadde-i Kebir fener alayları, Tatavla külhanbeyleri, kapatmalar, racon
kesen yaşlı kabadayılar, Çerkez Arif ile Matlı Mustafa vesaire, vesaire. Sonra
90’lı yıllara kadar Meşrutiyet devrini, İttihat ve Terakki’yi anlattım,
kongrelere kadar. Bulgarların İstanbul kapılarına dayanmalarını ve Bab-ı Ali
baskınını yani 5 kişi ile yapılan ihtilali sonra Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikastı
ve 31 Mart gerici ayaklanmasını, Hareket ordusunun İstanbul’a gelişini anlattım,
resimledim.
Ve öte yandan İstanbul işgalini hep
sona saklıyor o konuya korkarak dokunmuyordum. Bu konuda bilgsi eksikliğim
olduğunu düşünüyordum. Bu eksikliği de sevgili dostum rahmetli Çınardibi Sahaf
Tayfun’un gayretleri sayesinde tamamladım. “Şeref Sözü”nü ve “İstanbul’un İşgalinde
İsimsiz Kahramanlar”ı yaptım. Çınardibi Tayfun’la tanışmam ilginçtir. Hangi
kitaptı hatırlayamadım şimdi. Girdim içeri. O kitabı sordum. “Var” dedi. “Alabilir
miyim” dedim. “Sen Zeytindağı’nı okudun mu?” diye sordu. “Okumadım” dedim. “Ben
Zeytindağı’nı okumayan adama o kitabı satmam” demez mi... Hoppala! Ama hoşuma
gitti bu delilik. Yani çünkü ben yüz yüze girişen insanları severim, Nazım
Hikmet gibi. Arkadan vuran sümüklüleri bücürleri sevmem. “Tamam” dedim, “Ver
Zeytindağı’nı okuyacağım, gelip sana anlatacağım, ama geldiğimde sattım dersen
bütün kitaplarını yerden toplarsın” dedim. Ters ters baktı bana ama Zeytindağı’nı
getirip verdi. Parasını verdim almadı, “O kitabı almaya da gelmezsen bir daha
da bu dükkâna giremezsin” dediydi. Çıkarken, “Sen çayları hazırla 2 gün sonra
geliyorum” deyip çıktım. O günden sonra da çok iyi arkadaş olduk.
Kitap Müzayedelerine gittiğinde İstanbul’un İşgali hakkında kitap bulursa alır getirir, yok çok pahalı ise hiç üşenmez tek tek bütün sayfaların arkalı önlü fotokopisini çeker ve o fotokopileri cilt yaptırır getirirdi. Ruhu şad olsun o deli Oflunun. Bu milli mücadele maceralarını yaparsam meslek hayatımın sonunun geleceğini biliyordum. Hürriyet’te yayımlanıyordu o sıralar Ustura Kemal. Ve o günlerde Hürriyet tamamen Osmanlıcıların ve Fetullahçıların elinde idi. Mustafa Kemal’i Kuvvayı Milliye’yi istemiyorlardı. Yine de yaptım. Ve sonucuna katlandım. Bu gün olsa yine aynı şeyi yaparım. Gönlümdeki Mustafa Kemal sevdasını ona duyduğum minnet ve şükran borcumu hiçbir şeye değişmem. İşte İşgal İstanbul’u hissiyatımın içimdeki dramının kaynağı Atatürk aşığı Behice Leman hanımdır.
6-Sporla
uzun yıllar uğraştınız. Vücut geliştirme alanındaki şampiyonluklarınızdan ve
spor merakınızdan da bahsedebilir misiniz?
-Spor hayatım, vücut geliştirme “body
bulding”e merakım da, yine resme merakım yüzünden başladı diyebilirim. İlk
çizgi roman denemelerim ortaokulda 6’ncı sınıfta başlamıştı. İnsan anatomisi
öğrenmek için yabancı vücut geliştirme kitapları edindiğimi hatırlıyorum. O
kitaplarda insanın kas yapısını çalışmıştım. Ve bu kaslara hayranlık duymaya
başlamıştım. Sanırım “Ben niye böyle olmayayım?” arzusu uyandı. Zaten uzun
boylu ve hayli zayıf bir çocuktum. Böylece iki dambıl alıp evde çalışmaya
başladım. Okuma merakım yüzünden de vücut geliştirme sporuna ait bilgim
vücudumla birlikte gelişti. 17 yaşında da Weıder VG salonuna üye olup orada
daha etkin bir çalışmaya başladım. Bu arada insanın kas anatomisi ağırlıklı
resim çalışmalarım da tabi ki sürüyordu. 68 yılı başında girdiğim Weıder
salonunda, 69 yılında mayıs ayında yapılan, ama sadece salon çalışanları
arasında yapılan yarışmayı kazandım birinci oldum. Kulüp artık benden ücret
almıyordu. Bu beni iyice motive etti. Haftada 3 gün antrenman yerine her gün antrenman
yapmaya başladım. O yıllarda Amerika’da vücutçu camiasında başarı ölçülerinden
biri 50 santim pazuya sahip olmaktı. Oldukça az vücutçu pazularını 50 cm’ye ve
üzerine çıkarabiliyordu o yıllarda. 1970’de yarışmaya 50 cm’lik kollarla
girmiştim. Ama kulüp dışından gelen güçlü ve tecrübeli rakiplerim vardı. Ancak
üçüncü olabilmiştim. Ama 50 cm pazuya ulaşmam VG camiyasında dostlar arasında
bir sevinç ve takdir yaratmıştı. 50 cm kollar vücut geliştirme dergilerinde
yayımlandı.
Güzel günlerdi. Ama 3’ncü olmuştum.
Bir yıl çok daha sıkı çalıştım. 71 yarışmasında beni geçen tecrübeli
rakiplerimi açık farkla geçerek yine birincilik kupasını aldım. Aylardan
Mayıs’tı. Sonbaharda ise federasyonun yaptığı resmi Türkiye yarışmasına
katıldım. Az farkla kaybederek Türkiye ikincisi oldum. Bu arada resimli roman
çalışmalarım da, UESYO yüksekokulunda öğrenciliğim de devam ediyordu.
Birden... Haldun Simavi’nin büyük
reklamlarla çıkan iddialı gazetesi Günaydın, resimli romanımı kabul etti.
Akılcı bir kararla vücut geliştirmenin ağır antrenmanlarını bırakarak bütün
gücümü Ustura Kemal’in çalışmalarına verdim. Tirajı 150 bin olan Gün gazetesi
Ustura Kemal yayımlanmaya başladıktan sonra, yanlış hatırlamıyorsam 900 bine
çıkarak, ana gazete olan Günaydın’ı solladı. Ustura Kemal’in taklitleri çıkmaya
başladı. “Dadaş Hasan”, “Pala Mustafa” gibi. İlk yıllarda Ustura Kemal’i
yetiştirebilmek için günde 12 -14 saat çalışıyordum. Ama giderek hızlandım,
tekniğimi ilerlettim ve 8-9 saate kadar, hatta daha da sonra 7-8 saate kadar
çektim. Ve dört yıl sonra spor salonuma geri döndüm. Yeniden sıkı çalışmalara
başladım. Ama bu dört yıl içinde benim sıkletimde yeni ve güçlü rakipler
çıkmıştı. 71 yılına göre daha da iyi bir durumda idim ama çok sayıda güçlü
rakiplerim arasında ancak 3’üncü olabildim. Onları da geçebilirdim, ama
maalesef askerlik yakama yapıştı. 20 ay askerlik benden, spor ve resimli
romancılık hayatımdan ve sağlığımdan çok şeyler aldı götürdü. Askerden önceki
yıllarda, aylarda Ustura Kemal’in aynı macerası 4 ayrı gazetede birden
yayınlanıyordu. Tercüman, Günaydın, Son Havadis, İzmir Demokrat, ve Kocaeli
gazeteleri. Askerden geldikten sonra yine sıfırdan başlayarak hem spor
hayatıma, hep resimli romancılığıma geri döndüm. Bir yıl sıkı antrenman yapıp
yine yarışmalara girdim. Resmî federasyon yarışmalarında ikinci oldum, sonra
şampiyon da oldum. Ama çok zorlanıyordum, nefesim yetmiyordu. Askerde sürekli
ve çok sigara içmiştim, eski nefes gücümden eser yoktu. Yaşım da zaten 35
oluvermişti. Sene 83 Son yarışmamda yarışma platformunu öperek ve jüriyi ve
taraftarlarımı selamlayarak aktif spor hayatıma son verdim.
Var gücümle tüm vaktimle resimli romanımın üstüne eğilerek daha güzel araştırmalar yapıp, daha çok yakın tarih kitapları bularak, okuyarak, daha güzel sinopsis’ler ve senaryolar hazırlayarak bütün gücümü resimli romanıma verdim. Bu dönem, yani 83’ten 99’a kadar olan yıllarda Ustura Kemal’in en güzel maceralarını yaptım. Ama gittikçe de yoruluyordum. Göz bozukluğum gittikçe ilerlemişti. Yorgun gözlerim ağrıyor, baş ağrısına dönüyor ve ağrı kesiciler tesir etmiyordu. 30 yıla yakın bir süre incecik bir tarama ucunun, incecik bir fırçanın ucuna bakmıştım. “Göz damarlarında bakırlaşma” teşhisi konmuştu. Yani artık tek bir emelim kalmıştı. Emekli aylığı hakkını kazanır kazanmaz, (biraz birikmiş param ve kirada da bir dairem vardı) Cevat Şakir Kabaağaçlı öğretmenimin yanına, Homeros amcamın şarap renkli denizine doğru “viya böyle” diyebilmek. Her şeyi, bütün yaşanmış ve yaşanacak kahırları, iki yüzlü hayatı, şehrin kaosunu, evimi, işimi, hiç durmadan vır vır dır dır eden eşimi, hepsine hayatımı bir anda kapayarak... Biri hayatta olmayan, diğeri hayatta olan iki yaşam ustamın yanlarına gitmek. Ana tanrıça Kibele’nin ak memelerinden damlayan süt damlaları ile oluşan Antik Gökova’ya gitmek ve ömrümün sonuna kadar orada “eskilerin denizi” denen Arşipelos’da yaşamak. Nasılsa Rilke, Epikuros, Seneca, Nietzsche, Wilhelm Rıech bana hayata niçin ve neden böyle baktığımın yanıtında hep yanımda idiler. Bütün bu, bu gün hayatta olmayan bu insanlara şükran borçluyum. Mengü Ertel’e, Murtafa Eremektar’a, yazı işleri müdürüm Yüksel Baştunç’a, ve Halikarnas Balıkçısına ve babacım İbrahim Sevel’e... Onlar olmasa idi ben, ben olmazdım, Ustura Kemal gibi bir resimli roman klasiği de olmazdı. Şükürler olsun ki bugün gözü arkada kalmamış bir insan olarak hayatımın son çeyreğini vicdan huzuru içinde yaşıyorum. Var olduğum elde ettiğim her şeyimi sevdiklerimle paylaşıyorum. Çünkü başardığım sahip olduğum bu sonuçta, yakın dostlarım olan o koca yürekli büyüklerimin o kadar çok hakkı var ki... Tuttuğum sarıldığım amaç edindiğim işlerimi, mücadelelerimi gücümün de üstünde bir güçle tamamını erdirdim. Bütün gençlere de tavsiyem, işte bu yazdıklarımdır.
7-Sevenleriniz
sizi “Rüzgâr Baba” olarak da tanıyor. Denizcilikle ilgili kaleme aldığınız; “Böyledir
Denizler Ülkesinde Yaşamak”, “Üçüncü Türün Ülkesi”, “Merhaba Denizci-Sen de
Senden Sonrakilere Anlat” eserleriniz de biliniyor. Deniz tutkunuz nasıl
başladı?
Haldun Sevel'in deniz ve denizcilik üzerine yazdığı kitapları
-İlkokul yıllarımda, şimdi yerini
betonlar doldurmuş bir güzelim ‘İdealtepe’ plajı vardı. Babamız bizi oraya
götürürdü. Ah nasıl bir heyecandı benim için deniz, anlatamam. Birinden görmüş
olmalıyım, babamdan bir deniz maskesi istedim. Uçlarında pinpon topu olan ve
İki şnorkeli olan o deniz maskem, daha o yaşta, denizin içine, dibine
sevdalanmama yol açıverdi. Zaten Salacak’ta denizden bir sokak yukarıda
oturuyorduk.
Ortaokula başladığımda paletlerim,
lastikli bir tüfeğim, daha denizci bir maskem ve şnorkelim vardı artık. Kız
kulesi kayalıklarında dalar midye çıkartır, akşam güneş batarken zıpkınla
kefale dalardım. Ve bir iyiler iyisi Edip abim vardı. Eski Fenerbahçeli
denizciler onu hatırlar. Gece onun teknesinde yatar, sabah erkenden kalkar
minik kayığımla yine zıpkına giderdim.
Yirmili yaşlarımın başında Ustura
Kemal başlayınca, bir süre sonra kendime 6 mt. bir sandal aldım. Hafta sonları
Beylerbeyi sarayının oralarda uzun oltaya çıkardık. Lüfere, kofanaya...
Ama istediğim balıkçılık değildi.
Teknede yaşamaktı hayalim. 80 yılı idi, sandalımı motorsuz olarak sattım ve
Kurbağalı derede 8 mt. bi Alamatra yaptırdım. Üsküdarlı... Bir iki deneme
seyrinden sonra, Heybeli’de gece kalmaya gittik. O geceyi unutamıyorum. Elimi
uzattığımda denize dokunuyordum ve onun üstünde uyuyacaktım. İnanamıyordum.
Heyecandan sabaha kadar uyumadım, kolumu uzata uzata karanlık ama ışıl ışıl
parlayan, yakamozlar yakan denizi sevmiştim.
Güzel günlerimiz geçti Üsküdarlı’da.
Ama artık imkânlarım çoğalıp ve resimli roman yedeklerim kadar izin
yapabildiğim zamanlar geldiğinde… Eh artık biraz uzaklara gitmek istiyordum.
Böylece 84 yılında Yelkenlim Maviş’i
yaptırdım. Maviş 10 metre idi. Kitaplığı da vardı içinde. Maviş evlatla 30 yıl
hem gezdim, hem içinde yaşadım, hem bol bol kitap okudum. Asos’lu Epikuros
çizgisinde, (hastalıklı) toplumdan doğaya kaçış yolu gösteren kitaplar ilgimi
çekiyordu. Henri David Thoreau’nun “Doğal Yaşam ve Başkaldırı” o yıllarda baş
ucu kitabımdı. Derken Wilhelm Rıech “Başı Dertte İnsanlar”, “Dirimin Ölümü” ve
diğerleri. Derken Arno Green, “Kendine İhanet”, “Normalliğin deliliği”... Halikarnas
Balıkçısının 24 kitabı ile birlikte...
Artık ben giderek denize yaşayan bir
su, dünyamızın ana rahmi, ve Tanrı parçacığı Netrino’larla sarmaş dolaş
olabileceğim bir şey, nasıl diyeyim, denizi, can veren Tanrının cisimleşmiş hali
olarak hissetmeye başladım. Ve dediğim yazdığım gibi 2005’te her şeyimi, evimi,
işimi ve benimle gelmeyen eşimi ve tabii ki İstanbul’u terk ederek, bir sabah 5’te,
köpeğim Dost ile, tek başıma, Homeros’un şarap renkli denizine doğru yelken
açtım.
9 gün sonra artık cennetimde idim. 7
adaları ufukta uzaktan gördüğümde dayanamadım artık çocuklar gibi ağladım. Tamı
tamına 40 yıllık bir hayal, bir özlem hakikat olmuştu. Bu aşkla elime kalemi
aldım. Denizcilik dergilerine, Yelken Dünyası’na, Naviga’ya, Motor Bot’a
yıllarca yazılar yazdım. Deniz edebiyatı ile ilgili 5 kitap yapıp ulaştırdım
benim gibi mavilere sevdalı olan insanlara. İşte böyle.
Kısaca Rüzgarbaba lakabımdan da
bahsedeyim. Ayvalık, Alibey Adası mendireğinde yaşadığım günlerdi. 1994.
Ayvalık Radyo bir anons yapmak için yayının kesti. Anons şu idi: “Dikkat bütün
tekneler, bütün tekneler, kaptanı kalp krizi geçirmekte olan bir tekne
Ayvalık’a giriş yapamıyor.” Önünde sarı mavi ışıklar görüyormuş, “Ortunç ya da
Hidiv Paradays olabilir. Yardıma gidilsin, yardıma gidilsin, bütün tekneler
bütün tekneler.”
Ayvalık’ın girişi hele gece çok
zordur. Uzatmayayım. Yardıma gidildi. Tekneyi limana çektiler. Hastayı maalesef
kurtaramadılar. Ben de oradayım. Anne Mariya’yı ilk görüşümdü bu. Yanımda Yunancası
iyi bir kaptan arkadaşım vardı. Anne Mari ölen kocasını İtalya’ya götürüp
(kocası İtalyan, anne Yunan) geri gelecekmiş. Teknesinin güvenliğinden
endişeliydi. Evlerini satıp bu tekneyi almışlar, bu ilk seferleri imiş, kör
talih işte. O zamanlarda Ayvalıkta marina yoktu. Muhterem kaptana, “Söyle
kadıncağıza” dedim. “Ben teknemi adadan alıp buraya teknesinin yanına
geleceğim. Bana güvensin, kokpitte yatıp teknesini bekleyeceğim, söyle ona”
dedim. Anne Mari gözyaşları içinde ellerimi öptü ve Türkçe “Çok, çok teşekkür,
god be with you” dedi.
On gün sonra geri döndü. Yarı Rumca
yarı İngilizce yarı Türkçe konuşuyoruz. Kocası ile rotaları Kordelya imiş (Finike’ye
öyle diyorlar yanlış hatırlamıyorsam). Kocasının anısına hürmeten Kordelya’ya
kadar gidip ve oradan geri dönüp, adalar denizini geçip Saint Trope’ye
gidecekmiş. Yalnız başına. 70 yaşında, üstelik o da kalbinden rahatsız. Liman
reisi, “Gidemez müsade etmem” falan diyor ama, kadının 60 yılında alınmış
vizeleri yaptırılmış “yat kaptanı” belgesi var. Annemden biliyorum kalp ilaçlarını
zaten aynı ilaçlar. Eczanelerden kutu kutu topladım. Teknenin önüne kadar gidip
demir atmasın, yorulmasın, oturduğu yerden atsın diye, dümen dolabına kadar
kablo çekip “mayna-vira” düğmeleri yaptım. Anne Mariya’nın benden tek bir
isteği vardı. Çıkacak fırtınalar için benden bir fırtına takvimi yapmamı
istedi. O yıllarda öyle fırtına tahmini yapan internet siteleri yok, zaten
internet yok. Bende ise 20 yıllık rüzgâr-fırtına günlükleri vardı. İşin sırrını
biraz çözmüştüm sanırım. 20-25 yıldır ay takvimine göre rüzgâr günlüğü
tutuyordum. Fırtına ve sakin hava günlüklerini tüm 20 yılın yaz aylarını üst
üste getirerek dikkatle hazırladım ve verdim.
Ve hareket sabahının gecesi geldi
çattı. İki şişe beyaz Güzel Marmara şarabı almıştım. Yan yana teknelerimiz.
Şaraplarımızı içerek ilk ışıkları, alacakaranlığı bekliyoruz. Anne’a dedim ki,
“Bak şu kadar yıllık denizciyim, seninle geleyim, yalnız gitme, tehlikeli. Yanlış
anlama bir ücret falan istemiyorum, sen yorulma riske girme.” Bana dedi ki, “Bir
teknede en az iki kişi, en çok iki kişi!” Ne dediğini anlar gibi oldum ama
söylediği gerçek değildi ki. Boynuma sarılıp, “O burada Haldun” dedi, “Ben
hissediyorum o burada, ne olur lütfen, üçüncü kişi olmaz.” İkimiz de
gözlerimizi sildik uzun süre konuşmadık. Derken ortalık ağarmaya başladı. Anne
marş anahtarını yerleştirip yüzüme baktı. “Kalbim seninle” diye seslendim. Arkasından
ben de marşa bastım. Çıplak Ada hizasına kadar yan yana gittik. Orada Anne
ayağa kalktı, “Halduun, Haldun!” diye
bağırdı, “God be with you Haldun! God be with you!” Sesi hala kulaklarımda,
hala o anları rüyalarımda görürüm. Ben gaz kestim, Anne güneye doğru uzaklaştı
gözden kayboldu gitti. Ben de Cunda’daki tonozuma dönüp bağlandım. Beyaz
Marmara’nın dibinde bir bardaklık kalmıştı. Onu hatıra olarak sakladım. Çıkarken
eski bir denizcilik âdetidir aynı şişeden içilir.
Aradan haftalar aylar geçti. Cunda’da
bir evim var. O günlerde İstanbul’a ara ara gidiyordum. İstanbul’a gitmiştim. Döndüğümde
posta kutusunda ıslanmış bir mektup buldum. Mektup Rumca, okuyamam ki... Taş Kahve’ye gidip Muhterem kaptanı buldum. Mektup
şöyle başlıyordu: “Agapite pateras to aera” -harf hatası yapmış olabilirim çok
zaman geçti- yani “Sevgili rüzgarın babası” yazıyordu. “Fırtına takvimin günü
gününe tuttu. Bu kadarını beklemiyordum.” Altına da, “İ miterasu Anne Mariya” (Annen
Anne Mariya) yazmıştı. O günden sonra bana dostlar “Rüzgar Baba” demeye
başladılar. Sonra hoşuma da gitti. Yazılarımda Anne Mariya’nın anısına hep bu
ismi kullandım. Bir yıl sonra vefat haberi geldi. Cundalı bazı balıkçılarla
yapma çiçeklerden bir çelenk hazırladık, üstüne ismini yazdık, İlyosta Adası
açıklarından Yunan sularına girerek çelengi denize bıraktık. Aynı şişeden beyaz
Marmara içtik.
Onun söyledikleri, anlattıkları, resmettikleri benim
gibi birçok kimseye ilham olmuştur eminim. Böyle bir röportaj için beni teşvik
eden ve bir ustanın, Haldun Sevel’in hatıralarını kıymetli okurlarımızla
buluşturan Dark İstanbul ekibine teşekkür ediyorum.
1948’de Üsküdar’da dünyaya gelen Haldun Sevel,
çocukluk yıllarından itibaren çizgi romanlara ve çizerliğe merak duydu. Prof.
Dr. Süheyl Ünver’e bazı resimlerini gösterip aldığı tavsiyesiyle çizime
yöneldi. İlk kez 16 yaşındayken yaz tatillerinde Mengü Ertel’in atölyesi San
Organizasyon’da çalışmaya başladı. Daha sonraları gündüzleri Mıstık
Prodüksyon’da karikatürist Mustafa Eremektar’ın asistanı olarak çalışırken,
akşamları da UESYO’da (Uygulamalı Endüstriyel Sanatlar Yüksek Okulu) eğitimini sürdürdü.1972
yılında Günaydın Gazetesi’nde eski İstanbul kabadayılarından ilhamla hayat
verdiği “Ustura Kemal”in maceralarını çizmeye başladı. “Ustura Kemal”
1974’te Gün gazetesinden Günaydın’a geçti, Günaydın Almanya, yine Günaydın
bünyesinde yayımlanan Kocaeli gazetesi, İzmir Demokrat gazetesi, Tercüman
Almanya, Güneş, Akşam ve Hürriyet gazetelerinde yer aldı, 1970’lerde haftalık
dergi şeklinde de yayımlandı. 90’larda ve 2000’lerde albüm çalışmaları
yayımlandı. Haldun Sevel, fotoğraflarını çektiği model ve mekânları,
ecoline boya ve tonlama kullanarak resimlendiren özgün tarzıyla tanındı. 70’li
ve 80’li yıllarda vücut geliştirme sporuyla profesyonel olarak ilgilenerek bazı
müsabakalara da katıldı. Modeli olduğu “Ustura Kemal” karakterine
1996’daki “Ustura Kemal” dizi uyarlamasında hayat verdi, senaryolarını
kaleme aldı. Çocukluğundan itibaren büyüdüğü Üsküdar’da geliştirdiği deniz
tutkusuna kayıtsız kalamayarak uzun yıllar yelkencilikle de ilgilenip
teknesiyle denizlere açıldı. Sevenlerince “Rüzgâr Baba” olarak da
tanınan Sevel, bu alanda da hatıralarına dayanan; “Böyledir Denizler
Ülkesinde Yaşamak”, “Devlerin Aşkı”, “Dünyanın Ucundaki Fenerin Bekçisi”,
“Merhaba Denizci” adlı çalışmaları kaleme aldı.


























.jpg)
.jpg)




