29 Ağustos 2013 Perşembe

Doğaüstü Olaylarla Mücadele Derneği (Öykü)

(Bu hikaye daha önceden 16 Şubat 2013'te Baykuş Yuvası'nda yayınlanmıştır.)

(Herkes okusun diye “ağır sansürden” geçirilmiştir… Sonra “Ay çok kaba…”yı bahane edip okumuyorsunuz. Neyse… İmla hataları, hikâye “sokak ağzı” ile yazıldığı için kasten yapılmıştır.)




            Cümleten selamlar. Bu satırları şu an az alkolün eşliğinde, bizim kale harabesinin izbesinde yazıyorum. Tamamen kendi kafama estiğimden yazıyorum. Olur ya bir gün bu deliler ne yapıyorlar, ne bok yiyorlar derlerse insanlar baksınlar örnek alsınlar. Ben yani bu satırları yazan Sami Şengezer, kardeşim Deniz Şengezer, mahalleden Maybaş Kadir, Taramalı Cengiz, Amigo İsmet ile birlikte, “Doğaüstü Olaylarla Mücadele Derneği” adı altında, bir sürü garip yaratıklarla felan savaştık, bir nice olaya girdik. Sonra bizim Maybaş’ın aklına bir fikir geldi nasıl geldiyse “Aga bunları yapıyoruz ama yazmak lazım, yazmadan kimse inanmaz” dedi, ben de sızmayı bırakıp kalkıp yazdım.
            Biz bu boka niye bulaştık peki?
            Bir gün canımız çekti eriğe dadandık. Bahçe, Deli Zehra’nın bahçesi… Uğursuz, musibet bir kadın… İşte ses etmeden bahçeye daldık ama acayip tırsıyoruz. Deli Zehra bir beddua etti mi birimize illa bir şeyler oluyor, acayip bir kadın. Çıktı işte bu bir beddua salladı yine, bahçeden kaçarken bizim mahalleden Sado’nun kafası yarıldı. Kadına acayip kinliyiz. Ama nasıl karşılık verebileceğimizi bilmiyoruz. Sonuçta kadın senelerdir bizim mahallede ve senelerdir milleti bedduasıyla, küfürüyle yıldırmış, delinin teki. Ama işte o son vukuatı acayip tersimize gelmiş, defterini dürücez.
            Çeteyi topladım kale harabesinin oraya dedim böyle böyle, ne yapalım da bu Deli Zehra’dan intikam alalım. Deli İsmet, kendisinden beklenmedik bir şekilde gerçekçi yaklaşarak: “Lan oğlum ne intikamı, Kara Murat mısın Battal Gazi misin? İş almayalım başımıza a… k…!” dedi. Amigo damarına denk getirsek duvara bile kafa atardı ya neyse.
            Maybaş Kadir, her zamanki gibi mevzuya vakıf değildi: “İntikam ne lan?” diye sordu. Taramalı Cengiz, sümüğünü salyasını silerek: “Aykut ağbime sölüm mü? Sölüm mü? Bi sölesem varya yakar mahalleyi yakar!” önerisinden başka bir şey söylemedi. Aykut abi (biz onu Tribün Aykut diye tanırız) gerçekten var olan, tribünlerden mribünlerden gelme cabbar, cevval bir abimizdi ama Cengiz’le gerçekten tanıştıklarını sanmıyordum. Cengiz bir taramalı tüfekten daha hızlı yalan sıkabilme özelliğine sahipti zaten.
            Ben bunlara anında afilli bir konuşma çektim işte, intikam mintikam yani bu Deli Zehra’nın halledilmesi işi felan bi gaza geldiler önce. Tek sorun aklımızda ne bir plan vardı ne bir dümen. Tabi bizim profesyonel bir yardıma ihtiyacımız vardı. Son kalemize, sığınağımıza, hepimizin abisine başvuracaktık. “Chılgın Chafe” isimli internet cafenin güzide çalışanlarından biri olan, apaçi model saçlarının altında muazzam bir bilgelik taşıdığına inandığımız Vedat abiye gittik, mevzuyu açtık. Vedat abi klasik: “S… et oğlum bunları manita yok mu?” yollu muhabbetlere sapınca biz intikamı felan bırakıp bir bildiği vardır diye aldık biraları kale harabesine çöktük. Adam 6 sene açıköğretim kamu okumuş bir bildiği vardır dedik.
            Kafamız güzel oldu felan inceden bu intikam mevzusunu yine açtık. Alkolün de etkisiyle İsmet’in amigo damarı tuttu: “Ben gidip o karının evini basıcam” diye bağırmaya başladı. Vedat abi artık nasıl bir kafadaysa önceleri “Yakışmıyor genç! Yakışmıyor!” diyerek bunu teskin ederken bir anda bu sakinleştirme çalışmasının seyri Vedat abinin ağzından: “Kardeşim basmak mesele değil. Gerekirse ben gidip basayım evi ama değmez şerefsize ciğersize!” cümlesi çıkın değişmişti tabi. Biz abi yapar mısın eder misin diye bilip bilmeden gazlayınca bunu kalktık oradan, Deli Zehra’nın evi basmaya gidiyoruz. Tam o sırada Deniz durdurdu bizi. Kardeşim diye demiyorum kafası böyle hukuklu kitaplı işlere basıyor hani Arka Sokaklar’ın hiçbir bölümünü kaçırmamış, ne ne suçtur kaç senesi vardır biliyor, dedi bu evi basarsak şu kadar cezası var. O sırada Maybaş Kadir: “Biz de kapıyı kırmayız aga camdan gireriz, yapacağımızı yapar sonra çıkarız. Kadın zaten deli, kapı kırılmadıktan sonra kim inanacak evi bastığımıza!” dedi. Maybaş ama işte kafası bazen böyle zehire bağlıyor. Biz dedik o zaman madem öyle merdivenle camına çıkalım öyle halledelim.
            Ev zaten ahşap mahşap iki katlı. Kahvenin arka bahçesinden yürüttüğümüz paslı merdiveni dayadık, Vedat abi önde, ben arkada bizim elemanlar merdiveni tutuyor, cama tırmandık. Ulan kafa alkollü ya camı dışarıdan nasıl açıcaz onu düşünmedik? Vedat abi manyağa bağlamış camı yumrukluyor. Işıklar yandı, Deli Zehra’nın perdeleri açmasıyla Vedat abiyi görmesi bir oldu. Gecenin köründe uykulu kafayla Vedat abiden önce Vedat abinin apaçi saçlarını görünce korkudan çığlık çığlığa tam aksi yöndeki arka camdan atlıyor bu, süresiz hastane.
            İşte o olaydan sonra biz kendi çevremizde bir isim yapıyoruz ama hani böyle daha dernek felan yok ortada. Hani böyle elimizden geliyor bu işler, böyle bedduası beter deliyi haklamışız felan. Bir gün arsanın orada bütün gün Şahin’le duran abiler çağırdılar bizi yanlarına. Bir tane lavuk varmış, mahallenin az aşağısında bir kafede kahve falı bakıyormuş bu. Arada işte ruh çağırcam muh çağırcam amacıyla karı kız kafalıyormuş, işte kızlara yavşayıp milleti sevgilisinden ilişkisinden ayrıyormuş, manitalarına bunları kötülüyormuş felan. Dediler biz şimdi bunları döveriz ama bu cin min çağırır siz Deli Zehra’yı halletmişsiniz duyduk gidin bu elemanı da halledin size beddua büyü müyü işleme. Dedik abi karşılığında ne olacak? “Siz halledin bi... Sonra bakarız.”
            Hemen akıl hocamız Vedat abiye gittik, bu ilk kovaladı bizi “Sizin yüzünüzden adım sapığa çıktı, Zehra’ya hallendi diyorlar arkamdan a… k....larım!” diye ama tabi onu bizden başka dinleyen, saygı gösteren kim vardı ki sonra vazgeçti “Gelin lan gelin hadi.” dedi gittik yanına. Açtık mevzuyu. Bu falcıyı halletme planımızı duyunca ilkin: “Dün bir bugün iki eşkıya mıyız çete miyiz oğlum biz, tetikçi mi olduk ne bok yedik benim haberim olmadan beni mi kullanıyorsunuz a… k…?” dediyse de sonra: “Gidin elemanın gözünü korkutun, Zehra beddua edemediyse bu haybeci üfürükçü lavuk bir şey yapamaz herhalde…” diye de gazladı bizi.
            Karşımızda daha metafizik bir şey var tabi. Fal bakan, ruh çağıran medyum gibi büyücü gibi bir şey… Beddua eden delinin bir level üstü tırsıyoruz a… k… . Hemen kafenin önünde pustuk, akşama doğru bu çıktı önünü kestik. İlkin insanca uyardık, dedik mahalleden git insanların huzurunu bozma felan. Bu diklendi hatta tehdit etti yok muska yazarım yok cin çağırırım. Biz artık nasıl bir metafizik avcı moduna bağlamışsak iş kavgaya döküldü. Ben böyle Şeytan filmindeki rahip dayı gibi bağırıyorum: “Çık mahalleden! Terk et! Huzurumuzu geri ver iblis!” Biz bunu artık nasıl dövdüysek bu kaçtı. Çok bağırdı onu çağırıcam bunu çağırıcam diye ama gelen giden olmadı. Mahallede namımız artmıştı. Muhitimizde adeta canavar avcısı Sadettin Teksoy gibi olmuştuk. Ses gördüm, ışık duydum, karabasan bastı diyen soluğu bizde alıyordu.
            Vedat abi çağırdı bir gün bizi, gittik internet cafeye, kantır oynayan liseliler dolmuş o sıra icabında sis atan sis yiyen cefakar gençlik, bize böyle baktılar garip garip sonra geri sis yemeye devam ettiler. Vedat abi: “Gençler bu iş böyle olmaz. Daha örgütlü mücadele şart!” dedi. O sırada youtube videolarına yorum yazmakta olan bir liseli p.ç kafasını ekrandan kaldırıp boru gibi sesiyle: “Örgüt mörgüt ne diyorsunuz lan siz?” diye diklendi. Ben sinirle üstüne yürüdüm ama Vedat abi engelledi, youtube’da Kurtlar Vadisi fon müziklerini kendi silahlı resimlerinin altına döşeyip paylaşan meczubun tekiymiş. Silah milah diyince ilk tırstık sonra namımıza halel gelmesin diye dikildik başına. Boncukluyla poz veriyormuş beynini s…timinin angutu iki tokat attık ağlayarak kaçtı. Vedat abi bizi sakinleştirdikten sonra hemen dedi: “Oğlum bu iş böyle serseri gibi yapılmaz. Bunu paraya dökün. Millet zaten huylu, duvarda gölge görse, ses duysa size gelir, size para verir, cin kovalayacaz peri yakalıyacaz diye köşe oluruz lan! Akarı yok kokarı yok temiz iş!”
            Tamam, ama nasıl toplanıcaz ne yapıcaz? Çıkardı bu bize birkaç dividi verdi. “Supernatural, bunu izleyin anlarsınız.” deyince aldık dividileri eve yollandık. Diziye göre iki tane kardeş var bunlar hep böyle yaratıkları maratıkları avlıyorlar, işte vampir dövüyorlar, iblis kovalıyorlar falan. İşte ondan sonra karar verdik, böyle teşkilatlı meşkilatlı bir şey olucaz, silahlanıcaz bilfiil garip yaratıklarla savaşıcaz…
Vedat abilerin cafeye gittik tekrar izledik abi dedik bu hemen dükkanın bir köşeye masa koydu sağolsun. Üstünü örttük, kalemlik, kolonya, ajanda falan koyduk işte konuyla alakalı diye astrolojiyle cinlerle ilgili üç kitap koyduk süs olsun diye kahve içinde açılmış emlakçı ofisi gibi oldu. Kapısına da afilli, tahtadan levhayı çaktık, eşek kadar harflerle yazacaktık müessesemizin ismini ancak isim bulamamıştık. “Bizim Avcılar”, “Şen Savaşçılar” olmazdı. Bize hem amacımızı anlatan hem de reklamımızı yapacak bir isim lazımdı. Onu da sağolsun Vedat abi buldu. “Doğaüstü Olaylarla Mücadele Derneği” diye. Sorduk hemen: “Abi neden dernek?” diye. “Oğlum şimdi müessese açtınız vergi levhası felan gerekir. Dernek adı taşıdınız mı kimse sizden kıllanmaz dışarıdan bakan hayır hasenat işleriyle uğraştığınızı zanneder…” dedi.
            İşte böyle teşkilatı kurmuştuk. İlk zamanlarda haybeden işler gelmişti. Aşağı mahalleden bir teyzenin geceleri altına işeyen torunu için büyü yaptığını söylediği komşusunu korkuttuk, sonra çocuğa muska yazdık. Muhtar “Üzerimde nazar var beni çekemiyorlar muhtarlığımı kaybedebilirim” dedi diye tütsü mütsü yaktık, okuyup üfledik. Ancak asıl mevzu kendini sona saklamıştı ve zaten teşkilatımızı teşkilat yapan da bu mevzu olacaktı. Gerçek doğaüstü varlıklarla karşılaşacaktık…
            Peki, bu nasıl oldu?
            Her şey mahalleden Fahrettin abinin mekânımıza gelmesiyle başlamıştı. Anlattığına göre mahalleye tekinsiz Gaylıs isimli bir eleman (Giles yazılıyor), Bafi, Encıl, Sıpike, Vilov, Ali İskender diye yanında birkaç kişiyle gelip lisenin kütüphanesine yerleşmişler. “Bunlar ne biçim isimler aga, kod adı mod adı olmasın anarşist mi bunlar?” diye sorduk. Kendilerine “Bafi Dı Vampir Salayır” diyorlarmış.
Büyük kızı Ayşe’yi de aralarına katmışlar geceleri mezarlıklarda fink atıyorlarmış. Kızını defalarca uyarmasına rağmen başa çıkamamış. Fahrettin abi asabi adamdır sorduk tabi niye başa çıkamadığını, elemanların cinli perili olduğunu söyledi. Bunların mekâna girip çıkan ters ayaklının, çarpığın haddi hesabı yokmuş. Televizyona çıkmadan evvel bize başvurmuştu.
Fahrettin abinin söylediklerine göre mahalleye harbici tekinsiz lavuklar takılmıştı. Bunlara mani olmak için kızı Ayşe’yi eve kapatmasını söyledik, biz de ekipçe evine gittik. Elemanlar eve Ayşe’yi almaya geldiklerinde meseleyi anlayacaktık. Biz ne bilelim fuhuş çetesi midir organ mafyası mıdır? Evde otururken biz, bu kız arka camdan kaçmış tabi, bir de mektup bırakmış “Sıpike ile birlikte kaçıyorum beni unutun” diye yazmış. Maybaş sordu: “Sıpike kim aga?” diye. Fahrettin abi kızla takılan sünnetsizin teki olduğunu söyledi. Ne olaylar dönüyordu anlayamamıştık. Fahrettin abi delirdi tabi. O sırada kütüphaneden aradılar bunun evi, biz de belki mafya işidir, karanlık adamlardır diye diyafonu açtırıp görüşmeyi kayıt altına aldık. Aynen yazıyorum:
Giles: Alo?
Fahrettin: Ne var kardeşim?
Giles: Ben Ayşe'yi sormuştum ama...
Fahrettin: Sen kimsin kardeşim? Niye arıyon Ayşe’yi?
Giles: B-b-ben kütüphaneci Giles?
Fahrettin: Gızın aklını garıştıran sensin deelmi? Adresini ver geliyom lan? Hanım! Tinerle çakmağımı getir! A… g…caam!
Giles: Tiner mi?
Fahrettin: Evet tiner yakacam seni! Bir genç kızın gece gece mezarlıklarda ne işi var lan a… k…..munun sapığı?
Giles: Ama o dünyayı koruyo...
Fahrettin: Dünyanı s…tirtme lan! Bi benim kızmı kaldı lan? Ha? Cevap ver lan p….k! Tuttun genç namuslu bi kızın afedersin ormanlarda barlarda yok mezarlıklarda it kopukla ne işi var lan a…. g…duğum! Bizim bir aile şerefimiz, namusumuz yok mu lan? Konuşsana p.şt!
Giles: Fahrettin Bey lütfen sakin olun...
Fahrettin: Neyine sakin olcam lan gözlüğü s…tiğiminin? Neyine sakin olcam? Kız gaçmış... Mektup bırakmış bak mektup bırakmış dinliyon nu lan kütüphanesini s…..tiğim g…atı?
Giles: Evet Fahrettin bey...
Fahrettin: Bah nediyo bah.. .Kaçmış bu..
Giles: Kaçmış mı?
Fahrettin: Kaçmış tabi g.t! Kaçmış... O bi tane Sipak mı sapık mı ne sarı kafalı sünnetsiz gavur satanizt bi herif varya... Onla gaçmış işte...
Giles: İyide benimle ne alakası var...
Fahrettin: Ne demek lan benle ne alakası var? Sen bu kızı barlara mezarlara çıkarırsan gecenin bi vakti... Kız onada kaçar davulcuya da kaçar s….k! Ver açık adresini lan! Ver!
Giles: Ama...
Fahrettin: Ver ulan adresini... Amanı s….rim senin! Geçen kız dediydi cehennemin ağzımı yüzü mü ne? Ver lan adresini? Seni o kitaplarınla yakacam kızın aklına girdin o….. ç…u!
Giles: Bakın Fahrettin bey sakin olun...
Fahrettin: Senin sakin ol diyen dilini s…m ben! Senin kızın var mı? Yoh! Ne gonuşuyon sen? Senin yüzünden kahveye gidemiyorum! Gittimi diyorlar “Ooo Fahrettin abi senin kızı mezarlıkta gördük geçen”diye… Benim piskolojim bozuldu evde çozukları kadını dövüyom onların da pisikolojisi bozuldu reva mı lan bu? Reva mı lan susma gözlüğünü s……minin!
Giles: Şiddet hiç bir şeyi halletmez beyefendi?
Fahrettin: Sen mi diyon bunu? Lan d…bük geçen kızın odasına girdim afedersin tahta kazıklar kılıçlar zincirler buldum... Bunlar fantezi aletleri deel mi? Sapık herif… Allah belanı verecek senin… Ver adresini geliyom oraya!
Giles: Bakın ama o seçilmiş... Vampirlerle ve iblislerle savaşıyor, bizim savaşçılarımızdan birisi.
Fahrettin: Ne seçilmişi lan y…m ne seçilmesi? Ben seçecem seni sen ver adresini? Ver ulan! Konuşsana sapık herif...
Konuşmadan anladığımız kadarıyla bizim ekmeğimize ortak çıkanlar vardı. Biz tezgahımızın önüne taş koydurmazdık. Mahalledeki ihtiyacı görüp canavar avlıyoruz diye dükkan açmışlardı demek ki! Evden çıktık, yerden aldığımız taşlarla sopalarla mezarlığın oraya gidip pusu kurduk. Bunlar geldiler işte iki kız, üç erkek biri gözlüklüydü. Mezarlıktan tam geçeceklerden yollarını kesip ağızlarını yüzlerini yamulttuk. Gözlüklü bize burasının tehlike altında olduğunu, cehenneme açılan bir kapının olduğunu falan söyledi. “Cehennem Ağzı” buradaymış güya. Amigo İsmet buna kafa atıp: “Senin ağzını yüzünü s…m! Terk edin lan maalleyi! Bize ortakçı mı çıkacaksınız?” diye bağırdı. Bunlar nasıl korkmuşlarsa artık aynen topuk. Fahrettin abiyi gördük yolda elde tiner gidiyordu. Mahalleden kovduğumuzu söyledim lavukları. “Benim kız nerede peki?” dedi. Uzmanlık alanımıza girmediğinden yardımcı olamayacağımı söyledim. Maybaş: “Aga sen Müge Anlı’ya felan git, biz nereden kayıp bulalım…” diyince Fahrettin abi tinerle bizi yakmaya kalktı, kaçtık tabi.
Mahallenin beti bereketi açılmıştı bu canavarlar, ecinniler konusunda. İpini koparan yaratık, manyak, psikopat mahalleye geliyor biz de onları “kendimize özgü” yöntemlerle kovalıyorduk. İşte bir gün Zabıta Muammer abi var bizim o geldi, ancak bizim çözebileceğimiz bir mevzu olduğunu söyledi. Aşağı mahallede kaçak elektrik ihbarı gelmiş bir tane bir gidiyorlar lavuğun biri bir tane villa yaptırmış, içinde bir sürü elektrikli eşya. Deli gibi bakıyormuş, bir tane iri yarı elemanın tekiyle gezinip duruyormuş, adamın ölü dirilttiği falan söyleniyormuş. Gittik baktık, adamı takibe aldık. Bu harıl harıl mezarlardan ceset çalıp, iğne iplikle dikip elektrik veriyor bunlara, manyak mıdır nedir anlayamadık. Gittik kapısını çaldık lavuğun, mahalleyi terk etmesini söyledik insanca. Arkasındaki yaratık bize diklendi, iki metre bir şey. Bu da ondan yüz buldu dedi: “Ben Frankenştayn’ım! Ölümü yeneceğim!” Maybaş delirdi: “Tövbe de lan! Ölüm var ölüm! Tövbe de!” Aramızda arbede çıktı, mahalleli camda, balkonda bizi seyrediyor. Bizim Amigo kafayı çekip gelmiş: “Barındırmaycam sizi burada! Barındırmaycam!” diye bağırmaya başladı, polis geldi. Hep birlikte karakola gittik. Kaçak elektrikten ve ölü soyuculuktan verdiler bunlara cezayı bizi saldılar, komiser çıkmadan: “Ona buna dayılık yapıyormuşunuz bi’ daha sizin adınızı duyarsam kırarım kafanızı, it kopuk musunuz lan!” diye azarladı bizi.
Yine bir gün evlere dağılacağız, akşam vakti mezarlığın tepesinden bir uluma sesi duyduk. Gittik baktık sesin sahibine bu sefer mahalleye kurtadam dadanmış. Hemen bilgisayardan baktık bu kurtadam nasıl temizlenir, işte gümüşle ölüyorlarmış. Kafedeki Kurtlar Vadisi özentisi liselilerden birinin nal kadar bir gümüş yüzüğü vardı, zorla aldık bunu elinden gittik sonra kasaptan birkaç et parçalı kemik memik aldık birkaç tane yüzüğü koca bir kemiğe takıp mezarlığa gittik. Lavuk dolunaya karşı uluyordu, bizi görünce kırmızı gözlerini dikti üzerimize. Attık üzerine kemikleri bunun, bu hepsini yalayıp yuttu gümüş olanı da yutunca dellendi biraz sağa sola savurdu kendini geberdi gitti sonra.
Mahallenin yaratıktan yana beti bereketi açılmış bir kere. Bu olaydan bir iki gün sonra bize yine ihbar geldi. Mezarlıkta satanizler ayin yapıyorlarmış. Bu sefer normal insan olduklarını düşünüp sadece kelebeklerle sopalarla gittik mezarlığa. İsmet bir ara yine dellendi: “Ömrümüz mezarlıklarda geçiyor a… k…! Parasında değilim gücüme gidiyor, Mezarcı Süleyman abi bizim kadar girmiyordur!” Maybaş bunu sakinleştirmek için: “Ekmeğimizi çıkarıyoruz! Günah mı lan! Ekmek bu! Adam mı kesiyoz! Haraç mı alıyoz! Namusumuzla ekmeğimizi kovalıyoz!” diye nutuk çekince sakinleşti biraz. Neyse gittik mezarlığa baktık sırtında cüppeler, ellerinde bıçaklar. Çatal matal bir şeyler diyorlar biz de tam anlayamadık. Yarı çıplak olduklarını fark edince iyice anladık bunlar kesin satanizdi, ayin bahanesine milletin karısına kızına askıntı olmuşlardı. Tam o sıralarda aşağıda, camiiden çıkan birkaç kişi: “Burası Müslüman mahallesi löaayn! Fuhuş mu yapıyonuz löaaayn!” diye bağırınca bunlar kaçtı tabi, biz de peşinden gittik. Bu sefer ta öbür mahalleye, umuhanelerin uygunsuz evlerin sokağına daldı bunlar. Ne kadar mama, çaça, hacı ana varsa “Bize ortak mı çıkacaksınız? Ta Moskova’dan Rusyalardan gelip buralara mı dadandınız?” diyerek sopalarla, fedaileriyle bunlara girişi meçhule doğru kovaladılar. Bu sefer bizim bir etkimiz olmamıştı. Mahalle baskısı ile fuhuş sektörü el ele vererek mahallemizdeki sataniz yuvalanmasını engellemişlerdi.
Ancak sonradan mahalleye daha büyük bir bela gelmişti. Hayatımızın işini o zaman halledecektik işte. “Doğaüstü Olaylarla Mücadele Derneği” kendini bu şekilde kanıtlayacaktı.
Mahallede bazı esrarengiz kayıp vakaları göstermişti. Mahallemizden genç kızlar ortadan kayboluyordu. Mafya işi falan sanmıştı millet mevzuyu. Biz de öyle sanıyorduk, hatta birkaç müşteri gelip kızlarını bulmamızı istediklerinde Vedat abi geri gönderiyordu hepsini: “Mafya çıkarsa sakat… Bi dakka barındırmazlar burada, mafya sakat…” diyordu. İşte bir gün işe gittik yine, liselilerin bağrışmalarını dinleyerek ömür çürütüyoruz. Bizim Maybaş gelmedi! Sabahtan yok, akşam oldu yok, nerede bu Maybaş! En son bu gün battıktan sonra tam çıkacağımıza yakın geldi: “Aga mahallede vampir var, kitap çarpsın ki vampir var!” diye bağırmaya başladı. İlk dedik kesin içti miçti, kafası güzel, adamın lakabı zaten maybaş niye inanalım? Bu bizi çekiştire çekiştire bir yere götürdü. Mahallenin yukarısında inşaatlar vardı, arazi konusunda mafyayla sıkıntı çıkmış, sahibi kurşunlanmış, yarım kalmış siteler işte. Gittik oraya bir bodrum katına indirdi bizi. Baktık dört tane tabut var. Amigo buna terslendi: “A…. k….n maybaşı! Ne vampiri lan! Belki mal kaçırıyor adamlar, zaten mafyayla muhabbeti var buranın ne tuttun getirdin bizi!” diye.
Bir baktık tabutların kapağı açıldı. Bizim mahalleden üç kız çıktı üçünden ama eskisi gibi değillerdi böyle solgun yüzlü, ölü renkli falan. Dördüncü tabuttan sarı kafalı, beyaz beyaz parlayan, sivri dişli züppe kılıklı bir şey… İsmet sordu: “Aga bu Zeki Müren’in sahne kostümleri gibi niye parlıyor?”  diye ama biz de bir mana veremedik tabi. Mahalleye dadana dadana vampir de mi dadanmıştı? Peki vampir olduğundan nasıl emin olacaktık? Adam kızlarla “Öyle değil mi Olric-evet efendimiz” gibisinden kendi kendine konuşuyordu kızlar da bunu hayran hayran dinliyordu. Şiir miir okuyan entel dantel tayfadan biri de olabilirdi. Aradık Vedat abiyi emin olmak için, sorduk: “Abi bu Olric kim?” diye. Facebook’ta falan hep yazıyormuş kızlar Olric molric diye ama kendi de bilmiyormuş. “Şarkıcı falan herhalde ne yapacaksınız oğlum Olric’i?” diye fırça attı. Eleman kızlardan birine baktığı sıra kızın bileklerinden birini dişleyince biz duruma aydık ama ilk başta ne yapacağımızı bilemedik tabi. Vampir olup olmadığını öğrenmemiz lazımdı.
            Sonra aklımıza bir plan geldi. Gittik bizim Şahinci abilere durumu anlattık. Mahallenin namusu falan diye anlattık. Olric’i duyunca içlerinden biri dellendi: “Ben biliyom beni eski manitada sürekli Olric yazıyordu. Kim bu lavuk diye sordum, “Üff sana ne be salak” dedi ayrıldık. Kesin bu o lavuk gidip ağzını burnunu kıralım!” deyince bunlar harala gürele inşaatın oraya doğru yürüdüler. Tam da o sırada bu lavuk yanında kızlarla dışarı çıkıyordu. Şahinciler dikildi bunun karşısına. Bizim sokaklarda bu tayfanın saldırmadan önce mani okuyup, şiir okuyup hasmına meydan okuması durumu vardı bu sevgilisinden ayrıldığını düşündüğü eleman gitti bu vampirin önüne başladı okumaya: “Tarz giyinip tiki olmasak da, pantolonu düşürüp küpe takmasak da, saçlarımızı şekil şukul yapmasak da bizler de delikanlıyız. Kızlar bizi sevmeniz için illa Olric mi diyelim?” diye. Vampir bunlara tıslayınca bıçak çekip saldırdılar. Ama vampire bir halt etki etmedi tabi vampir bunları kovaladı. Amigo İsmet haliyle söylendi: “A…. k…! Bıçaklamayla olsa biz takarız emaneti nedir ki? İş mi bunların yaptığı şimdi?”
            Bizim tez elden silahlanmamız gerekiyordu. Vampirleri avlamak için kazık, çekiş, çivi falan toplayacaktık dağıttık bizimkileri, Vedat abinin kafesinin önünde buluşacaktık. Beş on dakika geçti geçmedi bizim Amigo İsmet, elinde babaannesinin hacıdan getirdiği ezan okuyan saatle çıkıp geldi. “Saatle vampir mi öldürülür lan?” dedim, “Oğlum üç harfli muhabbetlerinde ezan okuyan saatten gelen ezan sesiyle üç harfliler kaçtı diye anlatıyorlar ya ondan getirdim.” diye karşılık verdi. “Aga ezanı biz okusak?” teklifimi de: “Yanlış manlış okuruz, çarpılırız sonra. Bu daha garanti!” diyerek reddetti. Taramalı Cengiz: “Ben silah milah bilmem Aykut abiyi çağırıp geliyorum” dedi. Meğerse yalan değilmiş Aykut abi bunu harbiden tanıyormuş. Geldi yanımıza, gözler kan çanağı belli şarabı çekmiş. Durumu anlattık, dalga geçtiğimizi sandı “Beni kimlerle muhattap ediyorsun lan s…!” diyerek Cengo’yu dövmeye başladı. Elinden alamadık bizi de döver diye, siniri geçince gitti zaten. Cengiz de gitti bahçelerinden balta kapıp geldi: “Çok pis gaza geldim ben bu vampiri s….r atarım aga!” dedi. Maybaş Kadir gelmemişti. En son o da geldi. Bir baktık kucağında koca koca çingene çivileri, tahta kazıklar, birkaç baş sarımsak. Filmlerden gördüğü şeyleri toplamış gelmiş ama peşine de inşaattan çaldığı malzemelerden dolayı inşaatçıları, sarımsaklarını çaldı diye Hanife teyzeyi takmış öyle geliyordu yanımıza. Adamlar kazmayı küreği sallayıp bize küfredince Maybaş’ı da alıp anında toz olduk, iki çivi üç sarımsak aldık diye gördüğümüz muameleye bak a… k… neyse.
            Vampiri denk getirince ezan okuyan saati çalıştırıp sarımsakları önde tutarak bunlara yanaştık. Kızlar adamı korumak için önüne siper olmuştu, ağır hipnoz etkisi altındalardı. Ama bizde çare tükenmezdi. Amigo: “Kızlar! Aşağıdaki AVM’de Kenan İmirzalıoğlu’nu görmüşler!” deyince kızlar Olric’i molric’i anında satıp kaçıp gittiler tabi. Vampir ona yaklaştığımızı görünce bize “abi” ayağı çekti, “kurbanınız olayım kıymayın bana” diye yalvardı. Cengiz baltayı kafasına indirmeye başlayıp: “bizde af yok lan! Bizde af yok!” diye bağırdı. Onu bir köşeye çekip “Öyle olmaz aga diyerek” çivimizi kazığımızı çakıp, insaniyetle kafasını gövdesinden ayırıp ağzına sarımsak doldurduk. Bizi bulan Hanife teyze sarımsakları ziyan ettik diye bastonuyla girişti ama ezan okuyan saatle gezdiğimizi görünce duygulandı: “Bu sene de hacca gidemedim. Umreyi gideydim bari.” diye efkarlandı. Üzüntüsüne eşlik edip Vedat abiye uğrayıp durum bilgisi verdik. Silahları sakladık. Kızlar ailelerine dönünce biz olayı çözdüğümüz söyleyip cesedi gösterince az biraz para verdiler. Tekele uğrayıp iki kasa bira, çerez merez aldıktan sonra kafa dağıtmaya kale dibine çıktık.
            İşte bu satırları ondan sonra yazmaya başladım. Derneğimiz hayırlısıyla kuruldu. Gücünü dosta düşmana karşı gösterdi. Bakalım daha ne mevzulara girecektik…
SON
Mehmet Berk Yaltırık – 9 Şubat 2013 Edirne

28 Ağustos 2013 Çarşamba

“Fantastik Türk Edebiyatı” Üzerine Bir Mülakat (İnceleme)

(Bu yazı normalde, herhangi bir inceleme yazısı olarak yayınlanacak iken Gölge e-Dergi'nin editörlerinden Ahmet Yüksel'in önerisiyle farklı olması açısından "güya röportaj" şeklinde hazırlanmıştır. Hakiki mülakat sanılmasın inceleme yazısıdır! Gölge e-Dergi'nin Türkiye'de Fantastik Hayat başlıklı özel dosya konularından biri olarak Temmuz 2012'de 58. sayıda yayınlanmıştır. http://issuu.com/golgedergi/docs/golge_e-dergi_fantastik_dosya_temmuz_2012_sayi_58 )
Kerime Nadir Azrak, Ali Rıza Seyfi ve Hüseyin Rahmi Gürpınar ile
“Fantastik Türk Edebiyatı” Üzerine Bir Mülakat
            “Tarihçi olduğumdan dolayı “ölülerden sen anlarsın, konuş onlarla…” denilerek ispritizma deneyleriyle hemhal olup acizane bu mülakatı hazırladım. Gerçi tek niyetim en başta ilk uyarlama korku romanımızı yazan Ali Rıza Seyfi ile görüşmekti. Ancak muhabbetin konusunu öğrenince Kerime Nadir hanım ile Hüseyin Rahmi Gürpınar üstat da iştirak ettiler. Böylece yeni dönemin fantastikçisi olarak eski dönemin fantastikçileriyle “Fantastik Türk Edebiyatı” üzerine koyu bir sohbet harladık ve ortaya bu metin çıktı. Hal hatır sorma kısımlarını es geçerek doğrudan konuya giriyorum efendim…”,
            M.B. Yaltırık: Efendim şimdi bilen var bilmeyen var. O yüzden ilk sorum şudur, Türk Fantastik Edebiyatı’na daha çok korku alanında eserler verdiniz. Bunlar nelerdi? Ayrıca konuları nelerdi, biraz bahsedebilir misiniz?
            Ali Rıza Seyfi: Ben “Kazıklı Voyvoda” ismiyle Drakula romanını Türkiye’ye uyarlamıştım. Sonraki dönemlerde bu eserden hareketle çevrilen “Drakula İstanbul’da” filminin ismine binaen romanda “Drakula İstanbul’da” ismiyle anılmaktadır. Milli Mücadele yıllarında İngilizce bilen bir bahriyeli olarak Ankara’da tercüme bürosunda çalıştığım dönemlerde İngiliz edebiyatına dair birkaç esere vakıf olmuş idim. Evvelden beridir, bizim tarihi düşmanımız olan Kazıklı Voyvoda’yı Drakula romanında görünce onu asıl haliyle ele almayı amaçladım. Sarımsakla dualarla eski Osmanlı mezarlıklarında vampir kovalama gibi dönemine göre değinilmemiş temalara değindim. Ancak şunu belirtmek isterim ki fantastik yazına karşı bir önyargım olmamasına rağmen Drakula’yı ben tarihsel bir roman şeklinde yazdım. Tüm fantastik yapısına rağmen Drakula’nın, Kazıklı Voyvoda’nın bizlerle bitmemiş hesaplaşmasını konu edindim. Dönemimizde yaşadığımız milli havadan etkiler taşıdığı da vakidir. Gotik edebiyattan unsurlar taşımasına rağmen doğrudan bir korku anlatısı diyemem haliyle.
            Kerime Nadir Azrak: Ben de “Dehşet Gecesi” isimli anlatımda Drakula’dan esinlenmişimdir. Dönemimde pek tutulmamasına rağmen bilerek ve isteyerek kaleme aldım. Tanınmayan ve bilinmeyen bir kültürün barındırdığı korku dolu bir söylentiyi işledim. Daha öncede yazdıklarım tartışılmıştı, okuyucuya hiçbir fikir vermeyecek romanlar yazdığım söylenildi. Ben edebiyatı bir ders verme aracından ziyade okuma zevki olarak gördüm. Gazetelerdeki tefrikalar geleneğinden yetişme bir yazardım sonuçta.
            Hüseyin Rahmi Gürpınar: Korku yazarı olmadığım halde en korkulan romanları kaleme alan yegane muharrirlerden biri de benimdir herhalde. İlk dönemler halkın batıl inançlarını eleştirmek için yazdım bunları ama itiraf etmeliyim, ben bile yazdıklarımdan ürperti duyardım. Sonuçta benim çocukluğum İstanbul’un kadınları arasında geçti, onların sözlü anlatım gelenekleri hikayelerimde vücut buldu. O denli tasvir ederlerdi ki anlattıkları şeyleri, ellerinde kanıt, fotoğraf vesaire olmasa bile ister istemez inanırdınız. Benim dört eserim vardır bu tarz diyebileceğim. Birincisi Gulyabani’dir, ikincisi Cadı, üçüncüsü Mezarından Kalkan Şehit, dördüncü romanımda Ölüler Yaşıyor Mu? Bunlardan başka Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç isimli anlatıda da, diğer anlatılarımdan Efsuncu Baba, Dirilen İskelet, Muhabbet Tılsımı ve Şeytan İşi’nde de batıl inanışlara değindim ama bu eserler kadar korku unsuru önplana çıkmamıştır. İlk yazdığım Gulyabani’ni, ben bile kabul etmesem de bir çok çevre o dönemin ilk yerli korku anlatısı olarak addederler. Haklılardır. Ben bile yazarken ürpermiştim, o ecinnileri ve o heyula gulyabaniyi tasvir ederken! Cadı romanı da bu ayardadır, ne eksik ne fazla. Mezarından Kalkan Şehit ise oradaki hakkında türlü söylentiler anlatılan kır köşkünü gotik edebiyat şatoları misali tasvir ettiğim için ilk yerli gotik türünden sayanlar oldu. Ama bunlarda amacım halen aynıydı, batıl inanışları ve eski gelenekleri eleştirmek. Lakin sonradan bu ispritizma veya ruhçuluk söylemleri 1930’larda bütün diğer metafizik ve ezoterik mevzular gibi ayan olunca, moda olunca ben de bu akımın tesirinde kalarak gerçek manada metafizik unsurları anlattığım bir tefrika kaleme aldım. “Ölüler Yaşıyor Mu?” ilk fantastik türde yazdığım anlatıdır.
            M.B. Yaltırık: Her biriniz döneminiz için olsun, sonraki dönemler için olsun bu alanda başarılı sayılabilecek eserler verdiniz. Her şeyden önce korku yazabiliyordunuz. Kerime Nadir hanımın Dehşet Gecesi halen sahaflarda aranır, Drakula İstanbul’da romanı film vasıtasıyla tanınır ve halen izlenilmektedir. Gulyabani ise halen en meşhur korku anlatılarından biridir. Gölge E-Dergi’de önceden yazmıştım ilk yerli korku romanı sayarız Gulyabani’yi. Peki, buna rağmen neden bu anlatıları sürdürmeyi denemediniz. Ya da sizi korku edebiyatından uzak tutan ne oldu?
            Kerime Nadir Azrak: Bu yaşadığımız dönemin edebiyat anlayışıyla alakalı aslında. Bizim dönemimizde ki 1920’den 1960’lara 80’lere dek uzanan bir anlayış. Toplumcu, gerçekçi edebiyat düşüncesi var. Yeni bir cumhuriyet, yeni bir toplum düzeni hedefleniyor ve yazarlar, aydınlar toplumu aydınlatmak için edebiyatın toplumun gerçeklerini anlatmasını istiyorlar. Dolayısıyla fantastik edebiyat bu anlayış nazarında gerçeklerden uzaklaştırıcı, kaçış yolu olarak görülüyor ve dışlanıyor. Okumaktan alınan zevkten ziyade gerçekçilik önplanda olduğundan benim diğer romanlarımı bile çok fazla ciddiye almamışlardı. Fantastik yazma sebebimde Drakula’dan aldığım ilhamdı, bizden anlatıları değerlendirdim ancak amacım anlatılmaya değer bir şeyler anlatmaktı. Fantastik merakım pek olmadığı için bu türde devam etmedim açıkçası.
            Ali Rıza Seyfi: Ben fantastikçi değildim. Yazdığım eserler genelde tarih kitapları, denizcilik tarihi, eski Türkler, milli hisleri konu alan şiirler. Biz bu toplumcu gerçekçi edebiyatın çizgisinin bir parçasıydık. 1920’lerde yeni bir düzen kurduk, illa ki bunu edebiyatta da destekleyecektik. Bu nedenle Kazıklı Voyvoda ya da Drakula İstanbul’da bu anlayışla yazıldı. Özü itibariyle fantastikti ama ben hiçbir zaman fantastik anlatılar kaleme alma isteği duymadım.
            Hüseyin Rahmi Gürpınar: Bunda kısmen bizim etkimiz var. Ben arkadaşlara göre yaşça ileri olduğumdan, bazı şeyleri daha erken gördüm. Daha 1900’lerin başında Türkiye’de muhalif bir hava baş göstermişti. Muhalefet sadece monarşi-meşrutiyet boyutunda değildi, kültürel yaşamda muhalefetten payını aldı. Türkiye’de 1700’lü yıllardaki Lale Devri’nden itibaren batı edebiyatını ve kültürünü tanıyan bir kesim oluşmaya başladı. Önce mimari ile başladı bu merak, Tanzimat’a doğru da edebiyat alanına kaydı. Batı tarzı edebiyat ürünleri vardı bir yanda, roman, batı tarzı şiir, tiyatro, opera vesaire. Bir yanda da doğu vardı, divan edebiyatı temelinde saray ve konak çevresinde tutunan, mistik bir yapı üzerine kurulmuş şiire dayalı anlatı. İkisini savunan kesim arasındaki çatışma sadece yeni-eski çatışması değildi, siyasi alanda değildi edebiyatta da devam ediyordu. Korku edebiyatının yeri neydi bu edebiyatta peki? Batıda gotik edebiyatın çıkışı, bizde batı edebiyatının tanınmasına tekabül eder. O dönemde batıda bile gotik edebiyat ucuz ürün olarak görülmüş kabul görmemişti. Bizde ise batı edebiyatı üretip tüketenleri, halka gerçekleri anlatma peşinde gerçek şeyler yazılmasının taraftarıydılar, temelde de mistik bir anlatı olan Divan Edebiyatı’na karşıydılar. Divan’a gelirsek o da hiçbir zaman korku hikayesi anlatma derdine düşmemiştir. Perileri, devleri anlatır ama bunlar bir yan unsurdur ve hikayenin teması genelde aşktır. Şimdi periler konusunu ele alalım. Divan edebiyatı yazan biriyle batı edebiyatı türünde yazan birini alın. Bunlara perilerle ilgili bir şey yazmasını söyleyin. Batı edebiyatı türünde yazan doğal olarak hemen korku ve endişeye yönelir. Ya aşağılamak ya da yüceltmek için. Korku anlatısı diye bir şey söz konusu onlarda. Divan yazan kişiyse tutup bir peri kızını tarif ve tasvir eder, hem kendi aşık olur hem okuyan, ona aşk şiirleri yazılır. Zihniyetleri çok farklıdır. Dolayısıyla korku edebiyatı ve fantastik anlatılar pek tutunamadı, uğraşanları marjinal oldu. Mesele bizde bir Giritli Ali Aziz Efendi vardır Muhayyelat isminde üç ayrı hikaye kaleme almıştır. Konusu itibariyle doğu masallarıdır, divan tarzıdır ama yazılışı nesirdir, düz yazı yani. Bu bir ilkti, ilk fantastik roman anlatımız budur. Ama o da dönemine göre marjinal kalmıştır. Devam ettirilmedi. Sonra ne oldu dünyaya açıldı insanlar, baskı ve matbaa teknikleri yayıldı, gazeteler ve çeviriler derken 1800’lerin sonunda divan edebiyatı yerini batı edebiyatına bıraktı. Biz o dönemin hakim edebiyat anlayışları olan natüralizm ya da realizm alanında eser kaleme aldık. Ben hiçbir zaman için “Ölüler Yaşıyor Mu?” öyküsünü yazdığımda bile kendimi fantastik veya korku yazarı gibi görmedim. Ben Gulyabani’yi yazdığımda korku unsurunu kullandım, ancak roman fantastik değildi ve ben halkın boş inançlarını eleştiriyordum. Ama ortaya koyduğum ürün anlatısı ve şekil itibariyle ilk korku romanınız oldu! Ama bunun arkasında duramadık. Daha 1920’lerde Yahya Kemal Beyatlı üstadım bir yazısında bu türü eleştirmişti, daha kalkıp bizde bu türde ürünler veremezdik. Zaten o türle pek ilgimizde yoktu. Yine de korku ya da fantastik değil diyemem Gulyabani ve diğer anlatılarım için. Kesin bir şey söyleyemeyiz. Araç mıdır o romanın türünü belirleyen yoksa amaç mıdır?
            Kerime Nadir Azrak: Bu da tartışmalıdır halen. Şimdi ben bir konuyu anlatıyorum. Bunu o türe dahil eden nedir? Bram Stoker, Drakula romanını gerçekçi yazmıştır. Korku unsuru yoktur o kitapta, en korkunç şeylerin yazarı Lovecraft, Stoker’ı eleştirmiş, korku ürünü olarak görmemiştir. Ama roman korku hikayesi sayılır, çünkü gerçekçiliği unsur olarak kullanmış, fantastik bir anlatıyı gerçek bir olay gibi sunmuştur. Hüseyin Rahmi bey de böyle yapmış ancak onda korku unsuru fantastikken, asıl unsur gerçekler olmuş. Şimdi bunu biz hangi türe göre belirleyeceğiz? Drakula korkudur veya değildir diyebilir miyiz? Gerçekleri anlatan ve halkın batıl inanışlarını eleştiren Gulyabani, okurken bizi korkutur yazarı bile korkmuştur şimdi bunu korku eseri olarak göremez miyiz?
            Ali Rıza Seyfi: Şunu şimdi söyleyebiliyorum. Türk Fantastik Edebiyatı’yla ilgili olarak. Bir döneme kadar hep istisnalar üzerine kurulmuş. Giritli Aziz Efendi, fantastik anlatı hedefledi ama bir istisna. Ben yazdım, Kerime Nadir hanım yazdı, Hüseyin Rahmi bey yazdı. Ama bizde istisnayız. Bir kere yazdık ve bir daha hiç o türe girmedik. Devamlı olmadı. Bizden sonra gelenleri gördük buralardan. Zühtü Bayar dahil oldu aramıza misal, o bilimkurgu yazmış kaç kişi biliyor? Kemal Tahir. Bu yazar Mayk Hammer isimli dedektif tefrikalarının bir kısmını çeviriyor, çoğunu kendi yazıyor. Ama ne kendi bu yönüyle önplana çıkmak istiyor ne de edebi çevreler bu şekilde görmek istiyor. Sizin dönemde bu kırıldı biraz. Önce mecmua çıkarmaya başladınız, bu türün meraklıları olarak sonra da yeni çağın araçlarını kullanarak belli bir yere getirdiniz.
            M.B. Yaltırık: Mülakatı bitirmeden önce, Türk korku ve fantastik edebiyatıyla ilgili bizlere, bu işlerle uğraşanlara söyleyecekleriniz var mı?
            Kerime Nadir Azrak: Bize göre daha şanslılar. Şimdi mecmualar, filmler, diziler, birde şu yeni çağın nimetlerinden faydalanmaları, kendi aralarında dernekleşebilecek denli bu türe arka çıkmaları söz konusu. Biz aynı dönemde yaşadık ama bir araya gelmemişizdir hiç.
            Ali Rıza Seyfi: Fantastikçi değilim ama şunu görüyorum. Bu yeni dünyanın yeni tutulan bir edebi türü. Karşı çıkılıyor ama yakın zamanda geniş kitleler bu türü benimseyecek, belki okullardaki kitaplara kadar girecekler hiç belli değil.
            Hüseyin Rahmi Gürpınar: Ne yalan söyleyeyim bir dönem pek desteklemesem bile hoşuma gitmişti halkın sözlü korku geleneğini yazına taşımak. Bize kısmet olmadı sahip çıkmak, biz de istemedik açıkçası. Ama muasır yazarlardan bu alanda atılımlar görmekteyiz. Yeni dönemin edebi anlayışı da bu, kabullenemeseler ve eleştirseler bile bir zaman sonra kabul görecek.
           
Mehmet Berk Yaltırık
15 Haziran 2012 – Edirne 


İlk Gayri Resmi Korku Romanımız: Gulyabani (İnceleme)

(Bu inceleme daha önce Gölge e-Dergi'nin 37. sayısında, Ekim-2010'da yayınlanmıştır. http://golgedergi.blogspot.com/2010/09/golge-e-dergi-37-say.html)



“Gulyabani” kelimesi sanırım hiç birinize yabancı gelmeyecektir. Kemal Sunal’ın tanınmış filmlerinden olan bir karakter olarak, çocukluk kabuslarımıza giren ve arada sırada “Gulyabani’den bende korkardım” sözüyle hatırladığımız bir hayaldir. Acaba kaç kişi bu karakterin ünlü yazarlarımızdan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabani” isimli romanından uyarlama olduğunu bilmektedir?
            Belki fantastik kurgunun ağırlıklı  olduğu  bu dergide tanıyanlar için bir Hüseyin Rahmi Gürpınar eserinin incelemesi ilk başta garip gelebilir. Çünkü bilindiği üzere Gürpınar natüralist olduğu kadar realist romanlar yazmış, eserlerinde pozitivist düşüncelerini savunmuş bir yazardır. Ne enteresandır ki Gulyabani gibi gayri resmi olarak ilk korku romanlarımızdan birisi sayılabilecek olan bir eserin yazarıdır. Üstelik eserin önsözündeki bir okur mektubu o dönemde halk arasında sözlü bir korku ve fantastik edebiyatı geleneğinin izlerini göstermesi açısından ve yazarında bu geleneği reddederek belki ilk Türk fantastik korku romanının yazarı olabilecekken bundan vazgeçmesiyle ilgili olarak barındırdığı ilginç bir anekdotu barındırması açısından  önemlidir.
                                                                                            

            “Gulyabani” ve Hüseyin Rahmi Gürpınar
            1912 yılında yazılmış Gulyabani, tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar romanıdır. Onun pozitivizmi savunan, halkın boş inançlarını, cinlere, perilere ve tuhaf olaylara inanmasını eleştiren romanlarından biridir. Zaten Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın eserlerinin bir çoğunda bu önemli bir husustur. Onun eserlerinde doğal ve gerçekçi bir üslupla o dönemin İstanbul’undaki insanların hayatlarından, konuşmalarından kesitler sunarken aynı zamanda onların değer yargılarını, boş inançlarını ve katı gelenekçiliklerini eleştirmektedir. Okuyucuyu bilinçlendirmeye, boş inançlardan ve çağdışılıktan uzaklaştırırken bunu bu inanışların gülünç yönlerini önplana çıkartarak yapmaktadır. Bu nedenle bazı eserlerinde bu öğreticiliğin dozu kaçtığı için romanın estetiğini bozsa bile yazarın en belirgin özelliği olagelmiştir.
Halkın değer yargılarını ve yaşayışını değiştirmek için sanatı bir araç olarak gördüğünden, eserlerinde bu yaşayışın her yönünü eleştirmekten çekinmemiştir. Ama buna karşın halkı dışlamaz, bilakis sanatın seçkinler arasından çıkartılıp halkın arasına karışmasını, halkın bu şekilde değer yargılarını değiştirebileceğini savunur.
Ayrıca mükemmel bir gözlemcidir. Devrin İstanbul tiplerini, vapurlardan şenliklere, ev hanımlarının oturmalarından kır gezilerine oldukça geniş bir mekan ve şahıs onun eserlerinde adeta zaman makinesine binmiş gibi okuyucuya o dönemi birebir yaşatmaktadır. Romanlarında da bu tipleri iki grupta toplar. Eleştirdiği gelenekleri ve görenekleri tutucu bir şekilde muhafaza edenler ile Batı’nın akla, bilime dayanan pozitivist zihniyetini savunanlar arasındaki çatışma söz konusudur. Bu özellik Gulyabani’de de kendini göstermektedir.
Okumak isteyenlere sonunu söylemek gibi olmasında zaten yazarın duruşu aşağı yukarı belli olduğu için romanın sonunun tıpkı filmdekine benzer bir sonla biteceği malumunuzdur. Ama sonunu bilseniz bile okunması gereken bir eserdir çünkü yazar öyle bir tasvir etmiştir ki romandaki korkuyu, gündüz vakti bile etkisinde kalmanız olasıdır. Yukarıda da söylediğim gibi bu eser gayri resmi ilk korku romanımız benzetmesini boş yere hak etmemektedir. Roman bir korku hikayesi gibi başlar, daha ilk sayfalarda Üsküdar yakınlarındaki Yediçobanlar Çiftliği’ne çalışmaya giden hizmetkar Muhsine’nin yaşadıkları romanın içindeki korkunun habercisidir. Sadece gulyabani yoktur, periler, kıllı tüylü ordan oraya gezen cinler ve bir nica tuhaflıklar vardır.Ama korku dolu olaylara rağmen oradaki çalışanlardan biri olan Hasan ile Muhsine sağduyu ve zekanın yardımıyla, oyunu ortaya çıkartırlar. Evin hanımını gulyabani kılığına girerek korkutanların ondan para sızdırmaya çalışan yeğenleri olduğu anlaşılır. Romanı yahut yeni çıkan çizgi romanını özellikle geceleri okursanız alacağınız zevki garanti edebilirim. Yazar için “Keşke korku yazarı olsaymış” dedirteceğinden kuşkunuz olmasın. (Detaylı bilgiler için bkz. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.7-19.)

Sözlü Korku Geleneği ve İlk Gayri Resmi Korku Romanı

            Gulyabani romanı tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar hikayesi olsa da yukarıda da değindiğim gibi içerisinde gayri resmi olarak bizim o zamana değin sözlü gelenekte yaşatılan ve yazılı geleneğe aktarılması gayri resmi olarak bu romanda yapılmıştır. Kaldı ki Gürpınar’ın bu tür tasvirleriyle dolu hemen hemen benzer içerikli romanlarında da sonucu belli olsa bile korku unsurları sözlü geleneğin ürpertici hikayelerini aratmamaktadır. Mesela Cadı’yı, Dirilen İskelet’i, Mezarından Kalkan Şehit’i bu eserler arasında gösterebiliriz. Doğrudan bir kabulleniş yoktur ama sanki yazar fantastik edebiyata göz kırpmıştır.
Bunu ülkemizde korku edebiyatı adına yazılmış ilk eser olan, Bram Stoker’in başarılı bir adaptasyonu sayabileceğimiz, tarihçi Ali Rıza Seyfi’nin yazmış olduğu “Kazıklı Voyvoda” (1997’de Drakula İstanbul’da adıyla basıldı) romanında de görebiliriz. Fantastik olayları içerse de roman asıl olarak bir tarihçinin elinden çıkmadır ve içerdiği milliyetçi unsurlar dönemin kültürel havasından ziyade yazarın kendi tarih görüşünün yansımasından etkilenmiştir. Nitekim Ali Rıza Seyfi’nin eserlerine baktığımız zaman Drakula romanı fantastik yönüyle sırıtır çünkü diğer eserleri Barbaros Hayrettin Paşa ve Deli Arslan gibi tarihsel kahramanlık öyküleridir. Reşad Ekrem Koçu’nun, Feridun Fazıl Tülbentçi’nin ve Şevket Rado’nun kahramanlık dolu akıncı maceralarının anlatıldığı geleneğin bir temsilcisidir. Bu bilgiler çerçevesinde Drakula İstanbul’da romanının da aslında eski bir Türk düşmanı olan Kazıklı Voyvoda’ya karşı mücadele eden kişiler vardır. Romandan cümle cümle alıntı yapmaya gerek yok, karakterlerden Van Helsing yerine geçen Resuhi bey’in Sultan Abdülhamid zamanında siyasi nedenlerle Trablusgarp’a sürülen tıbbiyeli bir genç olduğu, diğer karakterlerden ikisinin Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış bir subay ve Kuvayi Milliye gönüllüsü olduğu satır aralarında hatırlatılmaktadır. Bu minvalde tarihsel bir roman olmasına rağmen adaptasyon nedeniyle de olsa fantastik edebiyata göz kırpmaktadır. Ama bu romanda ayrı bir incelemenin konusudur.
Aynı göz kırpmayı Gulyabani’de de görmekteyiz. Yazar gerçekçide olsa natüralistte olsa yazdığı eser ister istemez fantastik korku edebiyatına meyillenmektedir ve yazar bunu yazabileceği halde görüşleri nedeniyle bunu reddetmektedir. Pozitivist olmayıp Ali Rıza Seyfi gibi bir şekilde geleneğe bağlı kalsa bile yine Seyfi gibi fantastik yazsa bile tarihsel içerikli, fantastik korku’ya göz kırpan bir başka eser yazmış olurdu.
Gulyabani’nin önsözü yerine yazılan bir okur mektubunda ki benim elimdeki basımda böyle yapılmıştır diğerlerinde bu var mıdır bilemem, Hüseyin Rahmi Gürpınar’a eski İstanbul’da ihtiyar bir hanım ve yazarın cevabı Türkiye’de korku edebiyatına neden ilk etapta soğuk bakıldığının bir göstergesidir.
Yazara mektup gönderen hanım yazara, kendisi gibi yaşlı İstanbul hanımlarıyla birlikte oturup yaptığı sohbetlerden bahseder. Romanlarını onlara sesli bir şekilde okumaktan hoşlandığını kendisi ve yaşıtları gibi İstanbul hanımlarının konuşmalarını birebir yansıttığı için bundan büyük keyif aldıklarını belirtir daha sonra bu hanımların anlayabileceği, sevebileceği türden “romanla masal arasında” şeyler yazmasını istemektedir. (Alıntıdır) “Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri, yahut bir çarşambakarısı, bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla düzenlenecek ki biz hep buna susamış kocakarılar hikayenin alt tarafı acaba ne çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız.”(Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.24.)
İhtiyar hanımın bu mektubunda görüldüğü gibi bizdeki sözlü geleneğin, kış geceleri çocuklar ve büyükler arasında anlatılan korku hikayelerinin günümüzdeki öğrenci yurtlarında konuşulan “üç harfli muhabbetlerinden”de eskiye dayandığı zaten bilinmektedir. Hüseyin Rahmi’de bu geleneğe göz kırpış vardır, Ali Rıza Seyfi’de ise birebir bu sözlü geleneğe, kış gecesi anlatılan çocukların korktuğu hikayelere değinir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’da zaten Gulyabani’de anlattıklarıyla, fantastik olanı yerden yere vurduğu halde ilk etapta korku unsurunu öyle bir kullanır ve anlatır ki bu sözlü korku geleneğinden farkı yoktur.
Ayrıca bu mektubun bir özelliği de, bizlere o dönemde sözlü korku geleneğinin yazıya geçirilmesini ve korku edebiyatının başlamasına dair bir arzunun görülmesidir. Demek ki o dönemde de şimdi olduğu gibi edebiyatımızda korku edebiyatından da eserler görmek isteyen bir taban vardı. Bu taban genelde azınlıkta kalıp yazmaya çalışan kesimi de alayla karşılaşılmışsa da bu tür bir isteğin izleri ve ürünleri çeşitli dönemde yazılmış korku eserlerinde görülmektedir. (Kerime Nadir’in Dehşet Gecesi ve Hamdi Varoğlu’nun Ölmez Adamların Evi v.b) Hatta sözlü korku geleneğinin başlatıcılarından sayabileceğimiz meddah öykülerinin ve masallarının yazıya döküldüğü ve çok sattığı 1970’lerde (Seyfizülyezen Hikayesi, Seyfülmülk, Şahmeran v.b) bu çizgi biraz aşılmaya çalışılmış ama başarılı olamamıştır.
Peki korku edebiyatına nende soğuk bakıldı ya da en azından Hüseyin Rahmi Gürpınar neden bu türde yazmayı reddetti? Bunun cevabı da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın mektubundadır. Bizde o dönemde Yahya Kemal Beyatlı’nın eleştirilerinde de görüldüğü üzere korku edebiyatı, çoğu yazar ve edebiyatçı tarafından dışlanmıştır. Bunun nedenlerinden Giovanni Scognamillo’nun yazdığı “Dehşetin Kapıları” adlı incelemede Güven Turan’ın yazdığı önsözde bahsedilmiştir. Modern Türk edebiyatı ilk etapta halkı aydınlatma amacını güttüğünden ve bu alanda eserler verdiğinden dolayı, o dönemde ki ilk öykü denemeleri ağır bir şekilde tenkit edilmiştir. Bu anlayış günümüze kadar etkisini korumuştur halende vardır, bazı edebiyatçılar tarafından fantastik korku eleştirilir, çocukça gelir, gerçekleri yazmak varken hayalleri yazmanın saçmalık olduğu savunulur. Eğer okul yıllarınızda korku kitabı okumanızı eleştiren ve hatta iğneleyen hocalarla karşılaştıysanız belki bu satırları okurken onları da hatırlayacaksınız.
            Peki Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu okuyucuya verdiği cevap ne olmuştur?
Hüseyin Rahmi Gürpınar okuyucusuna bu söylediğini yapmanın zor olduğunu zira bugüne kadar hiçbir şekilde doğaüstü bir yaratıkla karışlaşmadığını, görmediğini, görenlerinde yeminler etmesine rağmen onların sözlerine inanmadığını söylemektedir. Ama sonrasında yazdıkları çok şaşırtıcıdır! Yazar yazdıklarının etkisinde kaldığını, kendisinin de korktuğunu itiraf eder ama bunları neden yazmadığına dairde kendi görüşüne göre bir nedeni vardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar bir gözlemcidir, natüralisttir. O gördüğü şeyleri kendi üslubuyla birleştirerek yazmaktadır. Belki korku ve heyecan unsuru kendisini bile etkileyecek denli gerçekçidir, ama bir gulyabani ya da cini görmeden, gözlemleyemeden yazamayacağını belirtir. Bu yorumunda pozitivist biri olarak boş inançlara bakış açısına dair kendi görüşünü bize de üstü kapalı bir şekilde anlatmaktadır hatta romanlarında sıkça görülen, kişilerin psikolojik olarak gördükleri ve duydukları şeyleri tuhaf varlıklar zannettiğini, korku gücününü bu psikolojik etkiden geldiğini de söylemektedir ama müstehzi bir şekilde. (Alıntıdır) “Tavsiyenize uyarak masalı şimdi ki romanlar derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser (Gulyabani romanı) geldi. Bu hikayede gariplikler yahut tabiatüstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve görünüşte bir gulyabani, bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar ev halkı uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, patırtılar oluyor gibi gelirdi….Hikayeme bilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz…Ah Hanımnineciğim… Dürbünlerden, Kodak makinelerinden, her türlü teknik kovalamalardan kaçan gulyabaniyi bu aciz romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gözünüzün önüne koyabileceğim?...Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler. Bakalım okuduktan sonra size neler olacak?” (Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.25-26.)

Sahnede, Beyaz Perdede, Müzikte “Gulyabani”den Esintiler
“Gulyabani” romanının dışına çıkarak başka alanlarda ve bilhassa korku özelliğiyle günümüze kadar kendisini taşıyabilen bir kült olmuştur. Sinemadan tiyatroya, müzik kliplerine kadar pek çok yerde kendisini gösterebilmiş bir eserdir.
            Gulyabani ilk olarak 1965 yılında oyunlaştırılarak Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir. Radyo oyunu ise yine Lale Oraloğlu’nun arasında bulunduğu sanatçılar tarafından 2004 yılında Trt Radyosu’nda yayınlanmıştır. Sinema versiyonu ise Ertem Eğilmez’in yönetmenliğinde 1976’da yapılmıştır ve çoğumuzun Gulyabani’yi tanıması bu film sayesinde olmuştur. Senaryoyu Sadık Şendil yapmıştır ve hikaye doğrudan Gulyabani romanını değil, Kemal Sunal, Şener Şen ve Halit Akçatepe gibi oyuncuların karşılıklı güldürüsüne dayanan başka bir senaryo olan “Süt Kardeşler” adını taşımaktadır. Konuyu ve filmi hepiniz bildiğiniz için burada bahsetmeyeceğim ama romanla aralarındaki yaşlı hanımı korkutup mirasına çöreklenmek için delirtmeye çalışılması teması söz konusudur.
Ama tema aynı olsa, esinlenme aynı olsa bile bambaşka bir hikaye ve film çıkar ortaya. Gulyabani tipinin popülerleşmesi ve hepimizce tanınır hale gelmesi bundan sonra başlar. Hatta Gulyabani tipi o kadar baskındır ki filmin korsan cd satıcılarında ve internetteki film izleme sitelerinde aratılan adı “Gulyabani”dir, Süt Kardeşler’e oranla daha çok önplandadır.

            Zaten yukarıda da bahsettim, yazarın kendisi bile eserle ilgili yaşadığı tuhaf korku hisleri esere de yansıyor ama başka bir senaryoda olsa gulyabani tiplemesi yine ve bu sefer daha popüler bir şekilde kitleleri korkutuyor. Günümüzde bizim kuşak arasında ki sayısız geyik konularından biri olan “Gulyabani’den ben de korkardım” lafı Umut Sarıkaya’nın iki karikatürüne dahi yansımıştır. Bir karikatüründe bildiğimiz Alien, Gulyabani’ye bakarak küçükken kendisinin de korktuğunu söylemektedir, yine başka bir Umut Sarıkaya karikatüründe bu sefer ünlü gerilim yönetmeni Alfred Hitchcock’un ağzından gulyabaniye bakarak korku sinemasının bu kadar basit olmadığını, şeklin karton olduğunu söyler, karedeki bir adamda Hitchcock’a bu ülkede gulyabani karakterinin herkesi ünlü yönetmenden daha çok korkuttuğunu söylemekte bu iki karikatürde popüler kültüre yansımaları rahatlıkla görülmektedir.
            Gulyabani karakterini müzik dünyasında da görmekteyiz. Replikas grubunun Aralık 2000’de piyasaya sürülen “Köledoyuran” isimli albümünün 7.şarkısı “Gulyabani müzik”tir. Aylin Aslım ve Tayfası grubunun 30 Nisan 2005’te piyasaya sürdüğü “Gülyabani” isimli albümün şarkılarından olan “Gülyabani”nin klibinde Süt Kardeşler filmine ve meşhur gulyabani karakterine yapılan göndermeler söz konusudur.


Mehmet Berk Yaltırık

9 Eylül 2010 – Edirne