(Bu yazı normalde, herhangi bir inceleme yazısı olarak yayınlanacak iken Gölge e-Dergi'nin editörlerinden Ahmet Yüksel'in önerisiyle farklı olması açısından "güya röportaj" şeklinde hazırlanmıştır. Hakiki mülakat sanılmasın inceleme yazısıdır! Gölge e-Dergi'nin Türkiye'de Fantastik Hayat başlıklı özel dosya konularından biri olarak Temmuz 2012'de 58. sayıda yayınlanmıştır. http://issuu.com/golgedergi/docs/golge_e-dergi_fantastik_dosya_temmuz_2012_sayi_58 )
Kerime
Nadir Azrak, Ali Rıza Seyfi ve Hüseyin Rahmi Gürpınar ile
“Fantastik
Türk Edebiyatı” Üzerine Bir Mülakat
“Tarihçi olduğumdan
dolayı “ölülerden sen anlarsın, konuş onlarla…” denilerek ispritizma
deneyleriyle hemhal olup acizane bu mülakatı hazırladım. Gerçi tek niyetim en
başta ilk uyarlama korku romanımızı yazan Ali Rıza Seyfi ile görüşmekti. Ancak
muhabbetin konusunu öğrenince Kerime Nadir hanım ile Hüseyin Rahmi Gürpınar
üstat da iştirak ettiler. Böylece yeni dönemin fantastikçisi olarak eski
dönemin fantastikçileriyle “Fantastik Türk Edebiyatı” üzerine koyu bir sohbet
harladık ve ortaya bu metin çıktı. Hal hatır sorma kısımlarını es geçerek
doğrudan konuya giriyorum efendim…”,
M.B.
Yaltırık: Efendim şimdi bilen var bilmeyen var. O yüzden ilk
sorum şudur, Türk Fantastik Edebiyatı’na daha çok korku alanında eserler
verdiniz. Bunlar nelerdi? Ayrıca konuları nelerdi, biraz bahsedebilir misiniz?
Ali Rıza Seyfi: Ben
“Kazıklı Voyvoda” ismiyle Drakula romanını Türkiye’ye uyarlamıştım. Sonraki
dönemlerde bu eserden hareketle çevrilen “Drakula İstanbul’da” filminin ismine
binaen romanda “Drakula İstanbul’da” ismiyle anılmaktadır. Milli Mücadele
yıllarında İngilizce bilen bir bahriyeli olarak Ankara’da tercüme bürosunda
çalıştığım dönemlerde İngiliz edebiyatına dair birkaç esere vakıf olmuş idim.
Evvelden beridir, bizim tarihi düşmanımız olan Kazıklı Voyvoda’yı Drakula
romanında görünce onu asıl haliyle ele almayı amaçladım. Sarımsakla dualarla
eski Osmanlı mezarlıklarında vampir kovalama gibi dönemine göre değinilmemiş
temalara değindim. Ancak şunu belirtmek isterim ki fantastik yazına karşı bir
önyargım olmamasına rağmen Drakula’yı ben tarihsel bir roman şeklinde yazdım.
Tüm fantastik yapısına rağmen Drakula’nın, Kazıklı Voyvoda’nın bizlerle
bitmemiş hesaplaşmasını konu edindim. Dönemimizde yaşadığımız milli havadan
etkiler taşıdığı da vakidir. Gotik edebiyattan unsurlar taşımasına rağmen
doğrudan bir korku anlatısı diyemem haliyle.
Kerime Nadir
Azrak: Ben de “Dehşet Gecesi” isimli anlatımda Drakula’dan esinlenmişimdir.
Dönemimde pek tutulmamasına rağmen bilerek ve isteyerek kaleme aldım.
Tanınmayan ve bilinmeyen bir kültürün barındırdığı korku dolu bir söylentiyi
işledim. Daha öncede yazdıklarım tartışılmıştı, okuyucuya hiçbir fikir
vermeyecek romanlar yazdığım söylenildi. Ben edebiyatı bir ders verme aracından
ziyade okuma zevki olarak gördüm. Gazetelerdeki tefrikalar geleneğinden yetişme
bir yazardım sonuçta.
Hüseyin Rahmi
Gürpınar: Korku yazarı olmadığım halde en korkulan romanları kaleme alan
yegane muharrirlerden biri de benimdir herhalde. İlk dönemler halkın batıl
inançlarını eleştirmek için yazdım bunları ama itiraf etmeliyim, ben bile
yazdıklarımdan ürperti duyardım. Sonuçta benim çocukluğum İstanbul’un kadınları
arasında geçti, onların sözlü anlatım gelenekleri hikayelerimde vücut buldu. O
denli tasvir ederlerdi ki anlattıkları şeyleri, ellerinde kanıt, fotoğraf
vesaire olmasa bile ister istemez inanırdınız. Benim dört eserim vardır bu tarz
diyebileceğim. Birincisi Gulyabani’dir, ikincisi Cadı, üçüncüsü Mezarından
Kalkan Şehit, dördüncü romanımda Ölüler Yaşıyor Mu? Bunlardan başka Kuyruklu
Yıldız Altında Bir İzdivaç isimli anlatıda da, diğer anlatılarımdan Efsuncu
Baba, Dirilen İskelet, Muhabbet Tılsımı ve Şeytan İşi’nde de batıl inanışlara
değindim ama bu eserler kadar korku unsuru önplana çıkmamıştır. İlk yazdığım
Gulyabani’ni, ben bile kabul etmesem de bir çok çevre o dönemin ilk yerli korku
anlatısı olarak addederler. Haklılardır. Ben bile yazarken ürpermiştim, o
ecinnileri ve o heyula gulyabaniyi tasvir ederken! Cadı romanı da bu ayardadır,
ne eksik ne fazla. Mezarından Kalkan Şehit ise oradaki hakkında türlü
söylentiler anlatılan kır köşkünü gotik edebiyat şatoları misali tasvir ettiğim
için ilk yerli gotik türünden sayanlar oldu. Ama bunlarda amacım halen aynıydı,
batıl inanışları ve eski gelenekleri eleştirmek. Lakin sonradan bu ispritizma
veya ruhçuluk söylemleri 1930’larda bütün diğer metafizik ve ezoterik mevzular
gibi ayan olunca, moda olunca ben de bu akımın tesirinde kalarak gerçek manada
metafizik unsurları anlattığım bir tefrika kaleme aldım. “Ölüler Yaşıyor Mu?”
ilk fantastik türde yazdığım anlatıdır.
M.B. Yaltırık: Her
biriniz döneminiz için olsun, sonraki dönemler için olsun bu alanda başarılı
sayılabilecek eserler verdiniz. Her şeyden önce korku yazabiliyordunuz. Kerime
Nadir hanımın Dehşet Gecesi halen sahaflarda aranır, Drakula İstanbul’da romanı
film vasıtasıyla tanınır ve halen izlenilmektedir. Gulyabani ise halen en
meşhur korku anlatılarından biridir. Gölge E-Dergi’de önceden yazmıştım ilk
yerli korku romanı sayarız Gulyabani’yi. Peki, buna rağmen neden bu anlatıları
sürdürmeyi denemediniz. Ya da sizi korku edebiyatından uzak tutan ne oldu?
Kerime Nadir Azrak:
Bu yaşadığımız dönemin edebiyat anlayışıyla alakalı aslında. Bizim
dönemimizde ki 1920’den 1960’lara 80’lere dek uzanan bir anlayış. Toplumcu,
gerçekçi edebiyat düşüncesi var. Yeni bir cumhuriyet, yeni bir toplum düzeni
hedefleniyor ve yazarlar, aydınlar toplumu aydınlatmak için edebiyatın toplumun
gerçeklerini anlatmasını istiyorlar. Dolayısıyla fantastik edebiyat bu anlayış
nazarında gerçeklerden uzaklaştırıcı, kaçış yolu olarak görülüyor ve
dışlanıyor. Okumaktan alınan zevkten ziyade gerçekçilik önplanda olduğundan
benim diğer romanlarımı bile çok fazla ciddiye almamışlardı. Fantastik yazma
sebebimde Drakula’dan aldığım ilhamdı, bizden anlatıları değerlendirdim ancak
amacım anlatılmaya değer bir şeyler anlatmaktı. Fantastik merakım pek olmadığı
için bu türde devam etmedim açıkçası.
Ali Rıza Seyfi: Ben
fantastikçi değildim. Yazdığım eserler genelde tarih kitapları, denizcilik
tarihi, eski Türkler, milli hisleri konu alan şiirler. Biz bu toplumcu gerçekçi
edebiyatın çizgisinin bir parçasıydık. 1920’lerde yeni bir düzen kurduk, illa
ki bunu edebiyatta da destekleyecektik. Bu nedenle Kazıklı Voyvoda ya da
Drakula İstanbul’da bu anlayışla yazıldı. Özü itibariyle fantastikti ama ben
hiçbir zaman fantastik anlatılar kaleme alma isteği duymadım.
Hüseyin Rahmi
Gürpınar: Bunda kısmen bizim etkimiz var. Ben arkadaşlara göre yaşça ileri
olduğumdan, bazı şeyleri daha erken gördüm. Daha 1900’lerin başında Türkiye’de
muhalif bir hava baş göstermişti. Muhalefet sadece monarşi-meşrutiyet boyutunda
değildi, kültürel yaşamda muhalefetten payını aldı. Türkiye’de 1700’lü
yıllardaki Lale Devri’nden itibaren batı edebiyatını ve kültürünü tanıyan bir
kesim oluşmaya başladı. Önce mimari ile başladı bu merak, Tanzimat’a doğru da
edebiyat alanına kaydı. Batı tarzı edebiyat ürünleri vardı bir yanda, roman,
batı tarzı şiir, tiyatro, opera vesaire. Bir yanda da doğu vardı, divan
edebiyatı temelinde saray ve konak çevresinde tutunan, mistik bir yapı üzerine
kurulmuş şiire dayalı anlatı. İkisini savunan kesim arasındaki çatışma sadece
yeni-eski çatışması değildi, siyasi alanda değildi edebiyatta da devam
ediyordu. Korku edebiyatının yeri neydi bu edebiyatta peki? Batıda gotik
edebiyatın çıkışı, bizde batı edebiyatının tanınmasına tekabül eder. O dönemde
batıda bile gotik edebiyat ucuz ürün olarak görülmüş kabul görmemişti. Bizde
ise batı edebiyatı üretip tüketenleri, halka gerçekleri anlatma peşinde gerçek
şeyler yazılmasının taraftarıydılar, temelde de mistik bir anlatı olan Divan
Edebiyatı’na karşıydılar. Divan’a gelirsek o da hiçbir zaman korku hikayesi anlatma
derdine düşmemiştir. Perileri, devleri anlatır ama bunlar bir yan unsurdur ve
hikayenin teması genelde aşktır. Şimdi periler konusunu ele alalım. Divan
edebiyatı yazan biriyle batı edebiyatı türünde yazan birini alın. Bunlara
perilerle ilgili bir şey yazmasını söyleyin. Batı edebiyatı türünde yazan doğal
olarak hemen korku ve endişeye yönelir. Ya aşağılamak ya da yüceltmek için.
Korku anlatısı diye bir şey söz konusu onlarda. Divan yazan kişiyse tutup bir
peri kızını tarif ve tasvir eder, hem kendi aşık olur hem okuyan, ona aşk
şiirleri yazılır. Zihniyetleri çok farklıdır. Dolayısıyla korku edebiyatı ve
fantastik anlatılar pek tutunamadı, uğraşanları marjinal oldu. Mesele bizde bir
Giritli Ali Aziz Efendi vardır Muhayyelat isminde üç ayrı hikaye kaleme
almıştır. Konusu itibariyle doğu masallarıdır, divan tarzıdır ama yazılışı
nesirdir, düz yazı yani. Bu bir ilkti, ilk fantastik roman anlatımız budur. Ama
o da dönemine göre marjinal kalmıştır. Devam ettirilmedi. Sonra ne oldu dünyaya
açıldı insanlar, baskı ve matbaa teknikleri yayıldı, gazeteler ve çeviriler
derken 1800’lerin sonunda divan edebiyatı yerini batı edebiyatına bıraktı. Biz
o dönemin hakim edebiyat anlayışları olan natüralizm ya da realizm alanında
eser kaleme aldık. Ben hiçbir zaman için “Ölüler Yaşıyor Mu?” öyküsünü
yazdığımda bile kendimi fantastik veya korku yazarı gibi görmedim. Ben
Gulyabani’yi yazdığımda korku unsurunu kullandım, ancak roman fantastik değildi
ve ben halkın boş inançlarını eleştiriyordum. Ama ortaya koyduğum ürün anlatısı
ve şekil itibariyle ilk korku romanınız oldu! Ama bunun arkasında duramadık.
Daha 1920’lerde Yahya Kemal Beyatlı üstadım bir yazısında bu türü eleştirmişti,
daha kalkıp bizde bu türde ürünler veremezdik. Zaten o türle pek ilgimizde
yoktu. Yine de korku ya da fantastik değil diyemem Gulyabani ve diğer
anlatılarım için. Kesin bir şey söyleyemeyiz. Araç mıdır o romanın türünü
belirleyen yoksa amaç mıdır?
Kerime Nadir
Azrak: Bu da tartışmalıdır halen. Şimdi ben bir konuyu anlatıyorum. Bunu o
türe dahil eden nedir? Bram Stoker, Drakula romanını gerçekçi yazmıştır. Korku
unsuru yoktur o kitapta, en korkunç şeylerin yazarı Lovecraft, Stoker’ı
eleştirmiş, korku ürünü olarak görmemiştir. Ama roman korku hikayesi sayılır,
çünkü gerçekçiliği unsur olarak kullanmış, fantastik bir anlatıyı gerçek bir
olay gibi sunmuştur. Hüseyin Rahmi bey de böyle yapmış ancak onda korku unsuru
fantastikken, asıl unsur gerçekler olmuş. Şimdi bunu biz hangi türe göre
belirleyeceğiz? Drakula korkudur veya değildir diyebilir miyiz? Gerçekleri
anlatan ve halkın batıl inanışlarını eleştiren Gulyabani, okurken bizi korkutur
yazarı bile korkmuştur şimdi bunu korku eseri olarak göremez miyiz?
Ali Rıza Seyfi: Şunu
şimdi söyleyebiliyorum. Türk Fantastik Edebiyatı’yla ilgili olarak. Bir döneme
kadar hep istisnalar üzerine kurulmuş. Giritli Aziz Efendi, fantastik anlatı
hedefledi ama bir istisna. Ben yazdım, Kerime Nadir hanım yazdı, Hüseyin Rahmi
bey yazdı. Ama bizde istisnayız. Bir kere yazdık ve bir daha hiç o türe
girmedik. Devamlı olmadı. Bizden sonra gelenleri gördük buralardan. Zühtü Bayar
dahil oldu aramıza misal, o bilimkurgu yazmış kaç kişi biliyor? Kemal Tahir. Bu
yazar Mayk Hammer isimli dedektif tefrikalarının bir kısmını çeviriyor, çoğunu
kendi yazıyor. Ama ne kendi bu yönüyle önplana çıkmak istiyor ne de edebi
çevreler bu şekilde görmek istiyor. Sizin dönemde bu kırıldı biraz. Önce mecmua
çıkarmaya başladınız, bu türün meraklıları olarak sonra da yeni çağın
araçlarını kullanarak belli bir yere getirdiniz.
M.B. Yaltırık: Mülakatı
bitirmeden önce, Türk korku ve fantastik edebiyatıyla ilgili bizlere, bu
işlerle uğraşanlara söyleyecekleriniz var mı?
Kerime Nadir Azrak:
Bize göre daha şanslılar. Şimdi mecmualar, filmler, diziler, birde şu yeni
çağın nimetlerinden faydalanmaları, kendi aralarında dernekleşebilecek denli bu
türe arka çıkmaları söz konusu. Biz aynı dönemde yaşadık ama bir araya
gelmemişizdir hiç.
Ali Rıza Seyfi: Fantastikçi
değilim ama şunu görüyorum. Bu yeni dünyanın yeni tutulan bir edebi türü. Karşı
çıkılıyor ama yakın zamanda geniş kitleler bu türü benimseyecek, belki
okullardaki kitaplara kadar girecekler hiç belli değil.
Hüseyin Rahmi
Gürpınar: Ne yalan söyleyeyim bir dönem pek desteklemesem bile hoşuma
gitmişti halkın sözlü korku geleneğini yazına taşımak. Bize kısmet olmadı sahip
çıkmak, biz de istemedik açıkçası. Ama muasır yazarlardan bu alanda atılımlar
görmekteyiz. Yeni dönemin edebi anlayışı da bu, kabullenemeseler ve eleştirseler
bile bir zaman sonra kabul görecek.
Mehmet Berk
Yaltırık
15 Haziran 2012
– Edirne
muhabbet dediğin böyle olur; akıcı, bilgilendirici, ilham verici.
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Normalde inceleme yazısı olacaktı, Ahmet abi böyle yap diye önerince hakikaten güzel bir iş çıktı ortaya. Yorumunuz için teşekkür ederim.
Sil