(Kale
Harabesinde, Sakal Fanzin, 3. Sayı, Mart 2014, s. 7)
İnsanları
ölümün ötesini kurcalamaya iten şey çoğunlukla ne olacağı merakıdır. Benim
aradığım şey ise ölümden ziyade ölülerin kendisiydi. Onların hikâyeleriydi.
Sayfalardan ve başka ağızlardan değil kendi gözlerinden ölüm anlarını görmek ve
yeniden yaşamak… Yanlarında götürdükleri sırlara vakıf olmak, hayallerini ve
arzularını öğrenmek…
Peki, beni bunları araştırmaya iten merakın nedeni?
Eski binalara ve eşyalara, üzerine ölülerin hatıraları çökmüş yerlere duyduğum
tuhaf ilgiden kaynaklanıyordu muhtemelen. Tarihin sayfaları bile merakımı
tatmin edemeyince bu tip mekânlarda fazla zaman geçirmeye başlamıştım zira
medyum bir tanıdığım mekânların eski sahiplerinden ruhsal izler taşıdığını
söylemişti. Zaman zaman kale harabelerinde, izbe evlerde dolanıyordum, şehrin
eski izlerini takip ediyordum. Buna karşın tüm bulabildiğim yoğun karamsarlık
hislerinden başka bir şey değildi.
Ancak bir gün ismini duyduğum bir başka
medyumun ruhlarla iletişim konusunda belli bir kabiliyeti olduğu söylenince ona
başvurmuştum. Diğer medyumlardan farklıydı. Çok duyulduk birisi değildi ancak
sosyete arasında gizli bir ünü vardı. Parası olanların bilebildiği biriydi
yani. Genelde bir mekâna gidiyor ve orada hapsolmuş bir ruh varsa, onun
gözünden neler olduğunu görebildiği, bizzat onları konuşturabildiği
söyleniyordu.
Ona bir şekilde ulaşıp makul bir ücretle
anlaştığımda, götüreceğim yer belliydi. Eski bir kale harabesi… Semtimizde, bir
tepe üzerinde bulunan Haçlılardan yadigâr olduğunu bir yerlerde okuduğum bir
kale… Çocukluğum orası üzerine hayaller kurmakla geçmişti. Geceleri ay ışığı
altında tüm haşmetiyle dikilirken yatağımdan seyrederdi. Gündüzleri gezdiğimde
ise en çok sağlam halini merak ederdim. İçinde yaşayanları… Bir gün onları da
görebilmeyi hayal ederdim…
Sade dört duvarı ve yıkılmış kulelere çıkan
merdivenleri kalmış kaleye girdiğimizde uğuldayan rüzgârdan başka hiçbir ses
yoktu. Binanın ortasındaki açıklığa geldiğimizde bu bir salondan daha geniş
kalenin duvarlarına ilk defa görmüş gibi bakınıyordum. Gözlerimi kapatıp zihnimi
medyuma teslim ettiğimde bana çocukluk hayallerimi göstermişti.
Kendini kuleden bir soylunun intihar çığlıkları
gelmişti kulağıma. Avlunun dibinde efendilerinden gizli gizli pagan tanrılarına
dua eden köylünün hem fısıltısını hem kalp çarpıntılarını işittim. Kaleyi talan
eden cengâverlerin baltalarından damlayan kanlar sanki üzerime damlamaktaydı.
Yükselen alevleri ve şölen şarkılarını işittiğimde ne söylenildiğini anlamasam
da sanki çok uzakta kaldığını bildiğim eski bir anıymış gibi hayıflandım. Medyum
beni sarsarak uyandırdığında gözlerindeki korkuyu gördüm. “Ben transtan
çıktığım halde gördün! Seni çağıracaklardır! Sakın gelme buralara!” diye
uyardı.
Uyarı beni korkutmuştu ama dinleyecek değildim. Hele
beni beyazlar içinde bir prenses çağırmışsa. Gerçi ayakları biraz yamuk gibi,
sallanarak yürüyor ama olsun, sesi gayet hoş ve yıldızlar gibi ışıldıyor. Ancak
o bana gelirken arkasında gözleri alev alev yanan başka karaltılar
tanımıyorum…. Ve gittikçe yaklaşıyorlar…
Mehmet Berk Yaltırık-21 Şubat 2014 İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder