(Bu inceleme daha önce Gölge e-Dergi'nin 37. sayısında, Ekim-2010'da yayınlanmıştır. http://golgedergi.blogspot.com/2010/09/golge-e-dergi-37-say.html)
“Gulyabani” kelimesi sanırım hiç birinize yabancı gelmeyecektir. Kemal Sunal’ın tanınmış filmlerinden olan bir karakter olarak, çocukluk kabuslarımıza giren ve arada sırada “Gulyabani’den bende korkardım” sözüyle hatırladığımız bir hayaldir. Acaba kaç kişi bu karakterin ünlü yazarlarımızdan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Gulyabani” isimli romanından uyarlama olduğunu bilmektedir?
Belki
fantastik kurgunun ağırlıklı olduğu bu dergide tanıyanlar için bir Hüseyin Rahmi
Gürpınar eserinin incelemesi ilk başta garip gelebilir. Çünkü bilindiği üzere
Gürpınar natüralist olduğu kadar realist romanlar yazmış, eserlerinde pozitivist
düşüncelerini savunmuş bir yazardır. Ne enteresandır ki Gulyabani gibi gayri
resmi olarak ilk korku romanlarımızdan birisi sayılabilecek olan bir eserin
yazarıdır. Üstelik eserin önsözündeki bir okur mektubu o dönemde halk arasında
sözlü bir korku ve fantastik edebiyatı geleneğinin izlerini göstermesi
açısından ve yazarında bu geleneği reddederek belki ilk Türk fantastik korku
romanının yazarı olabilecekken bundan vazgeçmesiyle ilgili olarak barındırdığı
ilginç bir anekdotu barındırması açısından önemlidir.
“Gulyabani” ve Hüseyin Rahmi Gürpınar
1912
yılında yazılmış Gulyabani, tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar romanıdır. Onun
pozitivizmi savunan, halkın boş inançlarını, cinlere, perilere ve tuhaf
olaylara inanmasını eleştiren romanlarından biridir. Zaten Hüseyin Rahmi
Gürpınar’ın eserlerinin bir çoğunda bu önemli bir husustur. Onun eserlerinde
doğal ve gerçekçi bir üslupla o dönemin İstanbul’undaki insanların
hayatlarından, konuşmalarından kesitler sunarken aynı zamanda onların değer
yargılarını, boş inançlarını ve katı gelenekçiliklerini eleştirmektedir. Okuyucuyu
bilinçlendirmeye, boş inançlardan ve çağdışılıktan uzaklaştırırken bunu bu
inanışların gülünç yönlerini önplana çıkartarak yapmaktadır. Bu nedenle bazı
eserlerinde bu öğreticiliğin dozu kaçtığı için romanın estetiğini bozsa bile
yazarın en belirgin özelliği olagelmiştir.
Halkın değer
yargılarını ve yaşayışını değiştirmek için sanatı bir araç olarak gördüğünden,
eserlerinde bu yaşayışın her yönünü eleştirmekten çekinmemiştir. Ama buna
karşın halkı dışlamaz, bilakis sanatın seçkinler arasından çıkartılıp halkın
arasına karışmasını, halkın bu şekilde değer yargılarını değiştirebileceğini
savunur.
Ayrıca
mükemmel bir gözlemcidir. Devrin İstanbul tiplerini, vapurlardan şenliklere, ev
hanımlarının oturmalarından kır gezilerine oldukça geniş bir mekan ve şahıs
onun eserlerinde adeta zaman makinesine binmiş gibi okuyucuya o dönemi birebir
yaşatmaktadır. Romanlarında da bu tipleri iki grupta toplar. Eleştirdiği
gelenekleri ve görenekleri tutucu bir şekilde muhafaza edenler ile Batı’nın
akla, bilime dayanan pozitivist zihniyetini savunanlar arasındaki çatışma söz
konusudur. Bu özellik Gulyabani’de de kendini göstermektedir.
Okumak
isteyenlere sonunu söylemek gibi olmasında zaten yazarın duruşu aşağı yukarı
belli olduğu için romanın sonunun tıpkı filmdekine benzer bir sonla biteceği
malumunuzdur. Ama sonunu bilseniz bile okunması gereken bir eserdir çünkü yazar
öyle bir tasvir etmiştir ki romandaki korkuyu, gündüz vakti bile etkisinde
kalmanız olasıdır. Yukarıda da söylediğim gibi bu eser gayri resmi ilk korku
romanımız benzetmesini boş yere hak etmemektedir. Roman bir korku hikayesi gibi
başlar, daha ilk sayfalarda Üsküdar yakınlarındaki Yediçobanlar Çiftliği’ne
çalışmaya giden hizmetkar Muhsine’nin yaşadıkları romanın içindeki korkunun
habercisidir. Sadece gulyabani yoktur, periler, kıllı tüylü ordan oraya gezen
cinler ve bir nica tuhaflıklar vardır.Ama korku dolu olaylara rağmen oradaki
çalışanlardan biri olan Hasan ile Muhsine sağduyu ve zekanın yardımıyla, oyunu
ortaya çıkartırlar. Evin hanımını gulyabani kılığına girerek korkutanların
ondan para sızdırmaya çalışan yeğenleri olduğu anlaşılır. Romanı yahut yeni
çıkan çizgi romanını özellikle geceleri okursanız alacağınız zevki garanti
edebilirim. Yazar için “Keşke korku yazarı olsaymış” dedirteceğinden kuşkunuz
olmasın. (Detaylı bilgiler için bkz. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Gulyabani, Özgür
Yayınları, İstanbul-2005, s.7-19.)
Sözlü Korku Geleneği ve İlk Gayri Resmi
Korku Romanı
Gulyabani
romanı tipik bir Hüseyin Rahmi Gürpınar hikayesi olsa da yukarıda da değindiğim
gibi içerisinde gayri resmi olarak bizim o zamana değin sözlü gelenekte
yaşatılan ve yazılı geleneğe aktarılması gayri resmi olarak bu romanda
yapılmıştır. Kaldı ki Gürpınar’ın bu tür tasvirleriyle dolu hemen hemen benzer
içerikli romanlarında da sonucu belli olsa bile korku unsurları sözlü geleneğin
ürpertici hikayelerini aratmamaktadır. Mesela Cadı’yı, Dirilen İskelet’i,
Mezarından Kalkan Şehit’i bu eserler arasında gösterebiliriz. Doğrudan bir
kabulleniş yoktur ama sanki yazar fantastik edebiyata göz kırpmıştır.
Bunu ülkemizde
korku edebiyatı adına yazılmış ilk eser olan, Bram Stoker’in başarılı bir
adaptasyonu sayabileceğimiz, tarihçi Ali Rıza Seyfi’nin yazmış olduğu “Kazıklı
Voyvoda” (1997’de Drakula İstanbul’da adıyla basıldı) romanında de görebiliriz.
Fantastik olayları içerse de roman asıl olarak bir tarihçinin elinden çıkmadır
ve içerdiği milliyetçi unsurlar dönemin kültürel havasından ziyade yazarın
kendi tarih görüşünün yansımasından etkilenmiştir. Nitekim Ali Rıza Seyfi’nin
eserlerine baktığımız zaman Drakula romanı fantastik yönüyle sırıtır çünkü
diğer eserleri Barbaros Hayrettin Paşa ve Deli Arslan gibi tarihsel kahramanlık
öyküleridir. Reşad Ekrem Koçu’nun, Feridun Fazıl Tülbentçi’nin ve Şevket
Rado’nun kahramanlık dolu akıncı maceralarının anlatıldığı geleneğin bir
temsilcisidir. Bu bilgiler çerçevesinde Drakula İstanbul’da romanının da
aslında eski bir Türk düşmanı olan Kazıklı Voyvoda’ya karşı mücadele eden
kişiler vardır. Romandan cümle cümle alıntı yapmaya gerek yok, karakterlerden
Van Helsing yerine geçen Resuhi bey’in Sultan Abdülhamid zamanında siyasi
nedenlerle Trablusgarp’a sürülen tıbbiyeli bir genç olduğu, diğer
karakterlerden ikisinin Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış bir subay ve Kuvayi
Milliye gönüllüsü olduğu satır aralarında hatırlatılmaktadır. Bu minvalde
tarihsel bir roman olmasına rağmen adaptasyon nedeniyle de olsa fantastik
edebiyata göz kırpmaktadır. Ama bu romanda ayrı bir incelemenin konusudur.
Aynı göz
kırpmayı Gulyabani’de de görmekteyiz. Yazar gerçekçide olsa natüralistte olsa
yazdığı eser ister istemez fantastik korku edebiyatına meyillenmektedir ve
yazar bunu yazabileceği halde görüşleri nedeniyle bunu reddetmektedir.
Pozitivist olmayıp Ali Rıza Seyfi gibi bir şekilde geleneğe bağlı kalsa bile
yine Seyfi gibi fantastik yazsa bile tarihsel içerikli, fantastik korku’ya göz
kırpan bir başka eser yazmış olurdu.
Gulyabani’nin
önsözü yerine yazılan bir okur mektubunda ki benim elimdeki basımda böyle
yapılmıştır diğerlerinde bu var mıdır bilemem, Hüseyin Rahmi Gürpınar’a eski
İstanbul’da ihtiyar bir hanım ve yazarın cevabı Türkiye’de korku edebiyatına
neden ilk etapta soğuk bakıldığının bir göstergesidir.
Yazara mektup
gönderen hanım yazara, kendisi gibi yaşlı İstanbul hanımlarıyla birlikte oturup
yaptığı sohbetlerden bahseder. Romanlarını onlara sesli bir şekilde okumaktan
hoşlandığını kendisi ve yaşıtları gibi İstanbul hanımlarının konuşmalarını
birebir yansıttığı için bundan büyük keyif aldıklarını belirtir daha sonra bu
hanımların anlayabileceği, sevebileceği türden “romanla masal arasında” şeyler
yazmasını istemektedir. (Alıntıdır) “Bilgiden, teknikten ve sosyal problemlerden
kaçacaksınız. Konunuz esrarlı cin, peri gariplikleri, yahut bir çarşambakarısı,
bir dev, bir gulyabani olacak. Olay o kadar meraklandırıcı bir ustalıkla
düzenlenecek ki biz hep buna susamış kocakarılar hikayenin alt tarafı acaba ne
çıkacak diye bekleye bekleye tandır başında titreşeceğiz. Zaten sarsılmış
sinirlerimizi bu merakla büsbütün sarsacaksınız.”(Hüseyin Rahmi
Gürpınar, Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.24.)
İhtiyar
hanımın bu mektubunda görüldüğü gibi bizdeki sözlü geleneğin, kış geceleri
çocuklar ve büyükler arasında anlatılan korku hikayelerinin günümüzdeki öğrenci
yurtlarında konuşulan “üç harfli muhabbetlerinden”de eskiye dayandığı zaten
bilinmektedir. Hüseyin Rahmi’de bu geleneğe göz kırpış vardır, Ali Rıza
Seyfi’de ise birebir bu sözlü geleneğe, kış gecesi anlatılan çocukların
korktuğu hikayelere değinir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’da zaten Gulyabani’de
anlattıklarıyla, fantastik olanı yerden yere vurduğu halde ilk etapta korku
unsurunu öyle bir kullanır ve anlatır ki bu sözlü korku geleneğinden farkı
yoktur.
Ayrıca bu
mektubun bir özelliği de, bizlere o dönemde sözlü korku geleneğinin yazıya
geçirilmesini ve korku edebiyatının başlamasına dair bir arzunun görülmesidir.
Demek ki o dönemde de şimdi olduğu gibi edebiyatımızda korku edebiyatından da
eserler görmek isteyen bir taban vardı. Bu taban genelde azınlıkta kalıp yazmaya
çalışan kesimi de alayla karşılaşılmışsa da bu tür bir isteğin izleri ve
ürünleri çeşitli dönemde yazılmış korku eserlerinde görülmektedir. (Kerime
Nadir’in Dehşet Gecesi ve Hamdi Varoğlu’nun Ölmez Adamların Evi v.b) Hatta
sözlü korku geleneğinin başlatıcılarından sayabileceğimiz meddah öykülerinin ve
masallarının yazıya döküldüğü ve çok sattığı 1970’lerde (Seyfizülyezen
Hikayesi, Seyfülmülk, Şahmeran v.b) bu çizgi biraz aşılmaya çalışılmış ama
başarılı olamamıştır.
Peki korku
edebiyatına nende soğuk bakıldı ya da en azından Hüseyin Rahmi Gürpınar neden
bu türde yazmayı reddetti? Bunun cevabı da Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
mektubundadır. Bizde o dönemde Yahya Kemal Beyatlı’nın eleştirilerinde de
görüldüğü üzere korku edebiyatı, çoğu yazar ve edebiyatçı tarafından
dışlanmıştır. Bunun nedenlerinden Giovanni Scognamillo’nun yazdığı “Dehşetin Kapıları”
adlı incelemede Güven Turan’ın yazdığı önsözde bahsedilmiştir. Modern Türk
edebiyatı ilk etapta halkı aydınlatma amacını güttüğünden ve bu alanda eserler
verdiğinden dolayı, o dönemde ki ilk öykü denemeleri ağır bir şekilde tenkit
edilmiştir. Bu anlayış günümüze kadar etkisini korumuştur halende vardır, bazı
edebiyatçılar tarafından fantastik korku eleştirilir, çocukça gelir, gerçekleri
yazmak varken hayalleri yazmanın saçmalık olduğu savunulur. Eğer okul
yıllarınızda korku kitabı okumanızı eleştiren ve hatta iğneleyen hocalarla
karşılaştıysanız belki bu satırları okurken onları da hatırlayacaksınız.
Peki
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bu okuyucuya verdiği cevap ne olmuştur?
Hüseyin Rahmi
Gürpınar okuyucusuna bu söylediğini yapmanın zor olduğunu zira bugüne kadar
hiçbir şekilde doğaüstü bir yaratıkla karışlaşmadığını, görmediğini,
görenlerinde yeminler etmesine rağmen onların sözlerine inanmadığını
söylemektedir. Ama sonrasında yazdıkları çok şaşırtıcıdır! Yazar yazdıklarının
etkisinde kaldığını, kendisinin de korktuğunu itiraf eder ama bunları neden
yazmadığına dairde kendi görüşüne göre bir nedeni vardır. Hüseyin Rahmi
Gürpınar bir gözlemcidir, natüralisttir. O gördüğü şeyleri kendi üslubuyla
birleştirerek yazmaktadır. Belki korku ve heyecan unsuru kendisini bile
etkileyecek denli gerçekçidir, ama bir gulyabani ya da cini görmeden,
gözlemleyemeden yazamayacağını belirtir. Bu yorumunda pozitivist biri olarak
boş inançlara bakış açısına dair kendi görüşünü bize de üstü kapalı bir şekilde
anlatmaktadır hatta romanlarında sıkça görülen, kişilerin psikolojik olarak
gördükleri ve duydukları şeyleri tuhaf varlıklar zannettiğini, korku gücününü
bu psikolojik etkiden geldiğini de söylemektedir ama müstehzi bir şekilde.
(Alıntıdır) “Tavsiyenize uyarak masalı
şimdi ki romanlar derecesinde sadeleştirmeye uğraştım. Meydana şu eser (Gulyabani
romanı) geldi. Bu hikayede gariplikler
yahut tabiatüstündeki olaylara susamış zihinleri memnun edecek boyda ve
görünüşte bir gulyabani, bir alay da cin ve peri var. Eserin yazıldığı tarihte
bu acayip ve korkunç yaratıklarla öylesine uğraştım ki bazı akşamlar ev halkı
uykudayken gecenin sessizliği içinde bana yazı odamda gürültüler, patırtılar
oluyor gibi gelirdi….Hikayeme bilimle, teknikle, sosyal problemlerle ilgili
teoriler karıştırmamamı tavsiye ediyorsunuz…Ah Hanımnineciğim… Dürbünlerden,
Kodak makinelerinden, her türlü teknik kovalamalardan kaçan gulyabaniyi bu aciz
romancı nerede yakalayıp da gerçek tasvirleriyle hayrete düşürecek, gözünüzün
önüne koyabileceğim?...Yazış sırasında iyi saatte olsunlar rüyama girdiler.
Bakalım okuduktan sonra size neler olacak?” (Hüseyin Rahmi Gürpınar,
Gulyabani, Özgür Yayınları, İstanbul-2005, s.25-26.)
Sahnede, Beyaz Perdede, Müzikte “Gulyabani”den
Esintiler
“Gulyabani”
romanının dışına çıkarak başka alanlarda ve bilhassa korku özelliğiyle günümüze
kadar kendisini taşıyabilen bir kült olmuştur. Sinemadan tiyatroya, müzik
kliplerine kadar pek çok yerde kendisini gösterebilmiş bir eserdir.
Gulyabani ilk olarak 1965 yılında
oyunlaştırılarak Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir. Radyo oyunu ise
yine Lale Oraloğlu’nun arasında bulunduğu sanatçılar tarafından 2004 yılında
Trt Radyosu’nda yayınlanmıştır. Sinema versiyonu ise Ertem Eğilmez’in
yönetmenliğinde 1976’da yapılmıştır ve çoğumuzun Gulyabani’yi tanıması bu film
sayesinde olmuştur. Senaryoyu Sadık Şendil yapmıştır ve hikaye doğrudan
Gulyabani romanını değil, Kemal Sunal, Şener Şen ve Halit Akçatepe gibi
oyuncuların karşılıklı güldürüsüne dayanan başka bir senaryo olan “Süt
Kardeşler” adını taşımaktadır. Konuyu ve filmi hepiniz bildiğiniz için burada
bahsetmeyeceğim ama romanla aralarındaki yaşlı hanımı korkutup mirasına
çöreklenmek için delirtmeye çalışılması teması söz konusudur.
Ama tema aynı olsa, esinlenme aynı olsa bile bambaşka bir hikaye ve film
çıkar ortaya. Gulyabani tipinin popülerleşmesi ve hepimizce tanınır hale
gelmesi bundan sonra başlar. Hatta Gulyabani tipi o kadar baskındır ki filmin
korsan cd satıcılarında ve internetteki film izleme sitelerinde aratılan adı
“Gulyabani”dir, Süt Kardeşler’e oranla daha çok önplandadır.
Zaten yukarıda da bahsettim, yazarın
kendisi bile eserle ilgili yaşadığı tuhaf korku hisleri esere de yansıyor ama
başka bir senaryoda olsa gulyabani tiplemesi yine ve bu sefer daha popüler bir
şekilde kitleleri korkutuyor. Günümüzde bizim kuşak arasında ki sayısız geyik
konularından biri olan “Gulyabani’den ben de korkardım” lafı Umut Sarıkaya’nın
iki karikatürüne dahi yansımıştır. Bir karikatüründe bildiğimiz Alien,
Gulyabani’ye bakarak küçükken kendisinin de korktuğunu söylemektedir, yine
başka bir Umut Sarıkaya karikatüründe bu sefer ünlü gerilim yönetmeni Alfred
Hitchcock’un ağzından gulyabaniye bakarak korku sinemasının bu kadar basit
olmadığını, şeklin karton olduğunu söyler, karedeki bir adamda Hitchcock’a bu
ülkede gulyabani karakterinin herkesi ünlü yönetmenden daha çok korkuttuğunu
söylemekte bu iki karikatürde popüler kültüre yansımaları rahatlıkla
görülmektedir.
Gulyabani karakterini müzik
dünyasında da görmekteyiz. Replikas grubunun Aralık 2000’de piyasaya sürülen
“Köledoyuran” isimli albümünün 7.şarkısı “Gulyabani müzik”tir. Aylin Aslım ve
Tayfası grubunun 30 Nisan 2005’te piyasaya sürdüğü “Gülyabani” isimli albümün
şarkılarından olan “Gülyabani”nin klibinde Süt Kardeşler filmine ve meşhur
gulyabani karakterine yapılan göndermeler söz konusudur.
Mehmet Berk Yaltırık
9 Eylül 2010 – Edirne
teşekkürler. (şapka çıkararak)
YanıtlaSilRica ederim, eyvallah. (Selamlama ile)
Sil