Uzaktan
uzağa işitilen köpek ulumalarını dinleyen Engin, tüylerinin ansızın diken diken
olduğunu hisseti. Bu his inceden esen yelden kaynaklanmıyordu. Orada, o sokak
ortasında kendinden başka birinin daha olduğunu hissediyordu. Çok azının ışığı
yanan daireler, sokak lambalarının kısmen sönük oluşu, çığlık atsa dahi sesini
duyuramayacak bir karanlığın tam ortasında olduğunu düşündürüyordu. Üstelik
Abdülharis’in gözlerinin önünde yaptığı hareket ve çok yakınlarda
Varkolaklardan birinin dolaştığını söylemesi korkusunu perçinliyordu. O tek
başınaydı. Sarımsaklar, dualar aklını kaybetmekten, delilikten nasıl koruyacaktı?
Karşısındaki dehşetleri sinema perdesinden, bilgisayar ekranından, roman
sayfalarından seyretmiyordu. An be an karşısındaydılar.
Nereye gittiğini bilmeden Yaren’i
bulmak ümidiyle hızlı hızlı yürürken kendi kendine sordu. O gece oturmasa,
pencereden Varkolakların karanlık sırrın görmese ne olurdu? Eski hayatını
kaldığı yerden yaşayabilir miydi? Bu habislik bir ur gibi en nihayetinde tüm
şehri sardığında yine karşılaşmayacak mıydı? “En azından huzur içinde
ölebilirdim” diye düşündü. Sonra vazgeçti. Kabir kaçkınlarının ortalıkta
gezindiği bir gerçeklikte ölüm aradığı huzuru verebilir miydi? Tüm bunları
düşünürken Yaren’i kurtaramama ihtimali çöreklendi zihnine. O tek başınaysa
Yaren’i hangi sokakta bulacaktı? Kurtarabilecek miydi?
Üzerine çöken gamın kasavetin hayli
anormal olduğunu bir anda fark etti. Sanki bir şey görüşünü kapatıyor, mücadele
arzusunu, iradesini engelliyordu. Bir an duraksayıp derin derin nefes alıp
düşünmemeye çalıştı. Zihnine uzanan, üzerine çöken ağırlığı hissediyordu.
Karanlık bir köşe başında hayal gibi bir siluetin belirdiğini gördü. Sanki
küçük bir çocukken bir anda yetişkin bedenine bürünmüştü. Siluet kendisine ağır
adımlarla sakin sakin yaklaşırken Engin üzerine tuhaf bir uyuşukluğun çöktüğünü
hissetti. Danica saçlarını savurup işveli bakışlarla onu süzerken dehşeti ve
arzuyu aynı anda yaşıyordu. Kadının cazibesi bir an için her şeyi unutarak ona
ve uyuşukluğa teslim olmasını fısıldıyordu adeta. Sonradan Muzaffer’in
hikâyelerini anımsadı. Vampirlerin kurbanlarını bu şekilde uyuşturarak
saldırdıklarına ilişkin tasvirler zihninden akıp geçti. Cebindeki sarımsakları
çıkarıp Danica’ya doğrulttu. Hortlağın yüzündeki arzulu ifade kaybolmasa da
duraksadı. Sakin sakin konuştu: “Sevgilin bize katıldı Engin. Yanına gitmek
istemez misin? Özlemedin mi onu?”
“Yaren’e dokunduysanız sizi
gebertirim!”
“Sakin ol. O burada. O bizimle
mutlu. Sen de mutlu olmak istemez misin?”
Engin tam hortlağın üzerine
yürüyeceği sırada karanlıkların içinde, Danica’nın yan tarafında bir siluetin
belirdiğini gördü. Saçlarını ve yürüyüşünü seçebildiği kadarıyla bu Yaren’di.
Gördüğünün hayal mi gerçek mi olduğunu anlayamadığından kıpırdamadı. “Engin!”
diyerek kendisine yaklaşmayı sürdürünce sesini tanıdı. Ancak yine de kendisine
tuhaf geliyordu. İçinden ona koşup sarılmak gelmiyordu. Yaren sokak lambasının
altına vuran ışığa geldiğinde Engin yüzünü ayan beyan gördü. Danica misali
arzuyla ve donuk gözlerle kendine bakması tuhafına gitmişti. Birden: “O
mutluluğu heba etmeyi bilir ancak!” diyerek Danica’nın belirdiği köşeden çıkıp
geldi Çağıl. Engin, onun da donuk bakışlarından ve ağır hareketlerinden
hareketle bir tuhaflık olduğunu sezinliyordu. Mesafeyi koruyarak seslendi:
“Onun yanında ne işiniz var? Öleceksiniz!”
Çağıl sırıtarak yaklaştı: “Sen
yaşadığını mı zannediyorsun?”
Engin elindeki sarımsağı gayrı
ihtiyarı Çağıl’a doğrultunca, vaki olmasından endişe duyduğu için aklının
ucundan dahi geçirmediği o korkunç gerçekle yüz yüze geldi. Çağıl yüzünü
ekşiterek birkaç adım geriledi. Yaren de kaşlarını çatmış, sinirli bakışlarla
Engin’i süzüyordu. Danica elini uzatarak konuştu: “Bize katıl Engin. Sana
sonsuz sevgi ve sıcaklık sunabiliriz. Yapman gereken tek şey üzerindekileri bir
kenara atıp kollarımıza gelmen. Korkma Engin…”
Kız arkadaşının ve Çağıl’ın
boynundaki yara izleri görünmese de elbiselerinde bir miktar kan vardı. Engin
sarımsakları bu sefer Danica’nın suratına uzatarak: “Asla!” diye haykırdı.
Bir anda sokak boyundaki lambalar
anında karararak ortalık göz gözü görmez bir karanlığa büründü. Danica ateş
kızılı gözleriyle Engin’e bakarak tıslar gibi konuştu: “O zaman öl Engin!”
Diğerlerinin de gözleri tıpkı onun gibi parlıyordu. Karanlığa rağmen yüzlerinin
değiştiğini, sivrilmiş dişlerinin çenelerine doğru uzamış vaziyette olduğunu az
çok fark edebiliyordu Engin. Danica, sağında Çağıl, solunda da Yaren olduğu
halde ona yaklaşmaya başlamıştı. Kızıl gözleriyle öfkeli iblisleri andıran
karaltılar sarımsağa rağmen kararlı adımlarla Engin’e doğru adım adım
ilerliyorlardı. Korkudan boğazının kuruduğunu hissediyor, koşmak istediği halde
korkudan uyuşan ayakları üzerinde ancak güç bela durabiliyordu. Bir anda
sokağın öbür ucundan, arka tarafından nara misali yükselen bir peyda olunca
nefesi kesildi: “Tek durasın Varkolağın avradı!”
Hortlakların gözlerindeki arzu ve
isteğin bir anda yerini korkuya bıraktığını gördü Engin. Ateş kızılı gözleriyle
Engin’in arka tarafına bakıyorlardı. Yürümüyorlardı. Korkulu varlıkların
üzerine gelmesini neyin engellediğini merak eden Engin kafasını çevirdi.
Muzaffer’in hikâyelerinde ve makalelerinde okuduğu ürkünç hortlak
tasvirlerinden biri kanlı canlı arkasında dikilmekteydi. Abdülharis’in ateş
kızılı gözleri ayan beyan görülüyordu. Uzun saçlarından ve paltosundan
tanımıştı onu. Ancak normalden farklı olarak kolları sanki dizlerine dek uzundu,
bu haliyle siyah beyaz korku filmlerinin unutulmaz figürlerini andırıyordu.
Abdülharis avına yaklaşırcasına üç
hortlağın üzerine yürümeye başlayınca Danica haykırdı: “Burada başkası yoktu.
Sen kimsin?”
Paşa’nın yüzünde tiksindirici bir
sırıtış peyda oldu. Dişleri bıyıklarının altından belli oluyordu: “Bulgar
memleketinde iyi tanırlar beni. Sen nasıl tanımadın hayret? Ağabeyin olsa
tanırdı muhakkak!”
Danica hiçbir karşılık vermeden bir
anda geriye doğru atılarak gölgelere karışıp kayboldu. Çağıl’la Yaren de onun
peşinden atılıp kayboldular. Engin hala korkusundan güç bela nefes alıyordu.
Abdülharis’e döner dönmez sokak lambalarının yeniden yandığını, paşanın normal
görüntüsüyle arz-ı endam ettiğini gördü. Engin’in elindeki sarımsaklara bakıp
söylendi: “İndirebilirsin. Benim ne olduğumu görüp sindiler. Bana kolay kolay
dokunamazlar. Sana da…”
Engin sarımsakları yeniden cebine
tıkıştırırken gözyaşlarını sildi: “Yaren… Çağıl… Ele geçirmişler. Onlar
gibilerdi…”
“Vaktimiz var. Onları
kurtarabilirsin. Ama onlardan evvel kurtarmamız iktiza eden başka biri var.”
“Başka biri mi?”
“Ben öteki varkolak da buradadır
sanıyordum. Koklaya koklaya gidip yuvalarına baktım, orada göremedim. Bunlarla
geziniyordur diye düşündüm ama burada da çıkmadı.” Engin’in yüzüne saf saf
baktığını gören paşanın yüzünde müstehzi bir sırıtma peyda oldu: “Bu kızcağızla
oğlanı ele geçirip senin gelmeni beklediklerine göre öteki Varkolak,
Muzaffer’in peşinde demektir. Evini biliyor mu?”
Engin yutkundu: “Daha da kötüsü
paşam. Yanlışlıkla evine davet etmişliği var…”
Abdülharis’in yüzü cenge tutuşan
pehlivanlar misali kasıldı: “Kırcaalili misafirperverliğini yanlış kişilere
harcamış. Yetişmezsek fena. Bunlarla cenge girerken cadıcıyı kaybetmek istemem!
Takatin yettiğince koşar mısın fayton mu çevirirsin sana kalmış!”
“Yaren?”
“Tek başına hiçbir şey yapamazsın.
Ancak cadıcıyı koruyup üzerlerine varırsak onları durdurma ihtimalimiz artar…”
DEVAM EDECEK