3 Ağustos 2018 Cuma

Varkolakların Gecesi-Bölüm 11


Kasrın dehlizinde sonu hiç hayırla bitmeyecek derin bir ölüm sessizliği hüküm sürmeye başlamıştı. Sanki Abdülharis’le Muzaffer’in aralarında fırtına bulutları toplanmıştı da yıldırımların sağa sola savrulması bekleniyordu. Engin pot kırdığını geç fark etmişti. Abdülharis’in gözlerine baktığı zaman onun hiç konuşmadan insanı tehdit edebilmesine, olduğu yerde adeta kamçılarcasına ezmesine hayret etmişti. Daha sonra Muzaffer Taş’ın öykülerinde bahsettiği bir detayı anımsayınca hayreti daha da büyüdü: Karşısındaki kişi kısmen ölü de olsa kanlı canlı bir Rumeli ayanıydı. Osmanlı’nın çöküş senelerinde ordulara çetelere hükmetmiş, merkezi idare kurulana dek taşrayı kasıp kavurmuşlardı. Vergi, öşürcü ve baskı temalı halk söylencelerinin, türkülerinin en büyük müsebbiplerinden biri tam karşısındaydı.
            Muzaffer’in boğazını temizlemesi tehlikeli sessizliği bozdu: “Bunları sonra konuşuruz paşa hazretleri. Şimdi daha önemli bir mesele var. Onun için kapınızı çalma cüretinde bulunduk…”
            “Benim pek yardım istenecek türde bir zat olmadığımı bilmediğini kabul ediyorum.”
            “Size bahsedeceğim şeyden sonra kayıtsızlığınızı koruyup koruyamayacağınızı merak ediyorum paşam.”
            “Küstah! Bu ne cüret!”
            “Maksadım saygısızlık değil paşam. Edirne’ye benim zanaatımı aşan türde bir şey geldi. Tek başımıza alt edemeyeceğimiz bir düşman. Varkolaklar Edirne’de!”
            “Varkolak? Ha! Vırkalak derlerdi evvelden, Rumeli vilayetlerinde… Bir kan emiciyi def etmek için başka kan emici çağırdığına göre mesleğinin acemisisin…”
            “Hayır paşam varkolak olan varkolaklardan bahsetmiyorum. Lakapları Varkolak. Dmitar’la kardeşi Danica… Kazanluklu Dmitar Voyvoda! Eski Zağra kasabı!”
            Abdülharis bir an duraksadı. Gözlerinde tehditkâr bir parıltı peyda oldu: “O köpeğin buralarda ne işi var?”
            “Tanıdığınızı tahmin etmiştim.”
            “Gıyaben. Namını duydum. Buralara hiç sokulmadı. Ne yaşarken ne ölüyken. O da beni duymuştur. Edirne’ye kalkıp gelmesi tuhaf… Edirne sahiplidir.”
            “Edirne’de bir başka azametli hortlak mı var?”
            “Kim olduğunu sana söyleyemem ama Dmitar böyle kalkıp geldiğine göre artık yok demek.”
            Engin söze girdi: “Sizce neden Edirne’ye gelmiş olabilir?”
            Abdülharis omuzlarını silkti: “Ancak şeytan bilir. Hortlakken yaptıkları bile kulağıma çalındıysa işiniz çok zor. Peki, siz nasıl çattınız ona?”
            Kâh Muzaffer kâh Engin yaşadıklarını birer birer anlatmaya başladı. Paşa sonuna kadar dinleyerek hiçbir şey sormadı, söylemedi. Yalnız konuşmanın bir yerinde Muzaffer’in Bulgar muhaciri olduğunu söyleyince neresi olduğunu sordu. Cadıcı Kırcaalili olduğunu söyleyince yine gözleri ışıldadı: “Dağlılardansın demek… Canını iyi kurtarmışsın. En çok sizinkileri sevmez o Dimitar. Çok çatışmıştır sizinkilerle. E malum Kırcaali’nin eşkıyası yaman olur. Oralarda ya kuzu yersin ya kurşun! Kuzu derken tabi her iki manada da… Sırma saçlı, al topuklu, beyaz gerdanlı kuzular…” O an Engin, Abdülharis’in yüzündeki sırıtıştan, hovarda misali bakışlarından rahatsız oldu. Karşısında kelimenin tam anlamıyla bir derebeyinin olduğunu bir kere daha anladı. Haraç toplayan, kadın oynatan ve asırlarca her iki anlamda da köylünün kanını emen korkunç bir derebeyi. Muzaffer’in arabadaki sözlerini hatırlayarak içinden: “İyi ki Yaren’i getirmemişiz!” deyiverdi.
            Muzaffer sözlerini bitirince paşa ellerini arkasında kavuşturup ileri geri yürümeye başladı. Sessiz sakin adım atışında tekinsiz, ürpertici bir hava saklıydı. Ansızın geri döndüğünde gözleri yine ışıl ışıldı: “Pekâlâ. Sizinle geliyorum. Beni Varkolaklara götürün…”
            Engin şaşırdı: “İkna oldunuz mu?”
            Paşanın yüzünde tehditkâr bir ifade peyda oldu: “Bu iknalık bir vaziyet değil. Bir hortlak diğerinin bölgesine böyle yaklaşamaz. Edirne’ye elini kolunu sallayarak gelen buraya da gelebilir. Hem tek mevzu bu değil... Edirne’ye neden gelmiş olabilir?”
            Engin kafasını karıştırdı: “Av alanını genişletme falan mı?”
            “Anlaşıldı, bilmiyorsunuz… Ama ben sizin yerinize de düşündüm ve sanırım bir cevabım var.”
            Muzaffer: “Bir dakika… Siz Varkolakların Edirne’ye bir sebeple gelmiş olabileceğini söylüyorsunuz.”
            Abdülharis’in kibirlenmesi gözle görülür raddedeydi: “Beni tetkik edene kadar Edirne’nin tarihi rivayetlerini tetkik etseydin Varkolakların maksadını anlardın. Asıl maksatları meçhul ama neden gelmiş olabileceklerini sanırım biliyorum. Varkolaklar ısırılarak değil lanetle dönüşenlerden. Bu onları daha kuvvetli yapıyor. Şanslınız ki benim de hortlayışım bir lanetle alakalı. Ben de en az onlar kadar tehlike ve kudret sahibiyim!”
            “Bunun geliş sebepleriyle alakası ne paşam?”
            “Gözden kaçırdığın bir husus var. Lanet. Yani büyü misali göze görünmez bir kuvvet. Böylesine fevkalade bir kuvvete malik herhangi bir mahluk, yerini yurdunu bırakıp başka bir toprağa geliyorsa muhakkak bir maksadı olmalı. İntikal ettiği toprak Edirne olunca bu maksat az çok ifşa olmuş demektir.”
            “Osmanlı’nın kayıtlara geçebilen hortlak vakalarında Edirne’nin ayrı bir yeri var, bununla mı alakalı?”
            “Nihayet anlayabildin cadıcı! Neden bilmiyorum ama eskiden dahi konuşulduğunu hatırlarım, hortlak çıkmaya en müsait vilayetlerden olduğu söylenirdi halk ağzında.”
            “Bu lanetli varlıkları, bu toprakla ilgili çeken şey ne peki?”
            “Eski mıntıkasında kanın köküne kıran girmediyse şayet daha fazla kudrete malik olmak. Yollarına çıkmadan bilmek nâmümkün.”
            “Hemen şehre hareket edelim paşa hazretleri…”
            Engin’le Muzaffer kapıya yöneldikleri esnada paşanın duvara asılı karabelayı eline aldığını gördüler. Paşa eski bir arkadaşını seyreder gibi seyrediyordu kılıcı: “Kala-i Beç’ten avdet ederken buraya, evime üç şey getirebilmiştim. Kendimi, ruhumdaki karartıyı, bir de bunu…”
Abdülharis cümlesini bitirir bitirmez kılıcı kınından sıyırdı. Kadim silah ilk dövüldüğü zamanlardaki gibiydi. Namlusu tehditkârane ışıl ışıldı ve ölümcül görünüyordu. Birkaç kez sağa sola savuran Abdülharis kılıcı geri kınına sokup kayışlarından kemerine astı. Raftaki fötr şapkasını giyerek Osmanlı adabınca konuklarına önden buyurmalarını bir el jestiyle belli etti.
Karanlık dehlizde ilerlerlerken Engin, Muzaffer’e dönüp usulca sordu. Abdülharis’in işitebileceğini bilse de kendini alıkoyamamıştı:
“Muzaffer abi. Kala-i Beç ne demek?”
“Osmanlı döneminden bir tabir. Beç Kalesi demek. Viyana’nın eski adı.”
“Viyana mı?”
“Abdülharis Paşa, Viyana gazilerindendir…”
Engin bu cümleyi duyunca istemsizce yutkunmuştu. Memleketinde, Sakarya’da yaşayıp yaşayabileceği yegâne metafizik deneyim geceleri sohbet ettikleri arkadaşlarının anlattığı cin-peri muhabbetleri, Kafkasya muhacirlerinin torunu olan akranlarından duyabileceği zızlam benzeri ecinnileken, okumak üzere geldiği şehrin civarında Osmanlı’dan kalma hortlakların, vampirlerin cirit atıyor olması ne tuhaftı. Viyana kuşatmasını görmüş bir hortlakla bir başka hortlağı alt etmeye gidiyordu. Yanında gerçek bir cadıcı vardı. “Saçma bir hikâyenin içinde gibiyim sanki…” diye düşündü kendi kendine.
DEVAM EDECEK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder