Kasrın
dehlizinde sonu hiç hayırla bitmeyecek derin bir ölüm sessizliği hüküm sürmeye
başlamıştı. Sanki Abdülharis’le Muzaffer’in aralarında fırtına bulutları
toplanmıştı da yıldırımların sağa sola savrulması bekleniyordu. Engin pot
kırdığını geç fark etmişti. Abdülharis’in gözlerine baktığı zaman onun hiç
konuşmadan insanı tehdit edebilmesine, olduğu yerde adeta kamçılarcasına
ezmesine hayret etmişti. Daha sonra Muzaffer Taş’ın öykülerinde bahsettiği bir
detayı anımsayınca hayreti daha da büyüdü: Karşısındaki kişi kısmen ölü de olsa
kanlı canlı bir Rumeli ayanıydı. Osmanlı’nın çöküş senelerinde ordulara
çetelere hükmetmiş, merkezi idare kurulana dek taşrayı kasıp kavurmuşlardı.
Vergi, öşürcü ve baskı temalı halk söylencelerinin, türkülerinin en büyük
müsebbiplerinden biri tam karşısındaydı.
Muzaffer’in boğazını temizlemesi
tehlikeli sessizliği bozdu: “Bunları sonra konuşuruz paşa hazretleri. Şimdi
daha önemli bir mesele var. Onun için kapınızı çalma cüretinde bulunduk…”
“Benim pek yardım istenecek türde
bir zat olmadığımı bilmediğini kabul ediyorum.”
“Size bahsedeceğim şeyden sonra
kayıtsızlığınızı koruyup koruyamayacağınızı merak ediyorum paşam.”
“Küstah! Bu ne cüret!”
“Maksadım saygısızlık değil paşam.
Edirne’ye benim zanaatımı aşan türde bir şey geldi. Tek başımıza alt
edemeyeceğimiz bir düşman. Varkolaklar Edirne’de!”
“Varkolak? Ha! Vırkalak derlerdi
evvelden, Rumeli vilayetlerinde… Bir kan emiciyi def etmek için başka kan emici
çağırdığına göre mesleğinin acemisisin…”
“Hayır paşam varkolak olan
varkolaklardan bahsetmiyorum. Lakapları Varkolak. Dmitar’la kardeşi Danica…
Kazanluklu Dmitar Voyvoda! Eski Zağra kasabı!”
Abdülharis bir an duraksadı.
Gözlerinde tehditkâr bir parıltı peyda oldu: “O köpeğin buralarda ne işi var?”
“Tanıdığınızı tahmin etmiştim.”
“Gıyaben. Namını duydum. Buralara
hiç sokulmadı. Ne yaşarken ne ölüyken. O da beni duymuştur. Edirne’ye kalkıp gelmesi
tuhaf… Edirne sahiplidir.”
“Edirne’de bir başka azametli
hortlak mı var?”
“Kim olduğunu sana söyleyemem ama
Dmitar böyle kalkıp geldiğine göre artık yok demek.”
Engin söze girdi: “Sizce neden
Edirne’ye gelmiş olabilir?”
Abdülharis omuzlarını silkti: “Ancak
şeytan bilir. Hortlakken yaptıkları bile kulağıma çalındıysa işiniz çok zor. Peki,
siz nasıl çattınız ona?”
Kâh Muzaffer kâh Engin yaşadıklarını
birer birer anlatmaya başladı. Paşa sonuna kadar dinleyerek hiçbir şey sormadı,
söylemedi. Yalnız konuşmanın bir yerinde Muzaffer’in Bulgar muhaciri olduğunu
söyleyince neresi olduğunu sordu. Cadıcı Kırcaalili olduğunu söyleyince yine
gözleri ışıldadı: “Dağlılardansın demek… Canını iyi kurtarmışsın. En çok
sizinkileri sevmez o Dimitar. Çok çatışmıştır sizinkilerle. E malum
Kırcaali’nin eşkıyası yaman olur. Oralarda ya kuzu yersin ya kurşun! Kuzu
derken tabi her iki manada da… Sırma saçlı, al topuklu, beyaz gerdanlı
kuzular…” O an Engin, Abdülharis’in yüzündeki sırıtıştan, hovarda misali
bakışlarından rahatsız oldu. Karşısında kelimenin tam anlamıyla bir derebeyinin
olduğunu bir kere daha anladı. Haraç toplayan, kadın oynatan ve asırlarca her
iki anlamda da köylünün kanını emen korkunç bir derebeyi. Muzaffer’in arabadaki
sözlerini hatırlayarak içinden: “İyi ki Yaren’i getirmemişiz!” deyiverdi.
Muzaffer sözlerini bitirince paşa
ellerini arkasında kavuşturup ileri geri yürümeye başladı. Sessiz sakin adım
atışında tekinsiz, ürpertici bir hava saklıydı. Ansızın geri döndüğünde gözleri
yine ışıl ışıldı: “Pekâlâ. Sizinle geliyorum. Beni Varkolaklara götürün…”
Engin şaşırdı: “İkna oldunuz mu?”
Paşanın yüzünde tehditkâr bir ifade
peyda oldu: “Bu iknalık bir vaziyet değil. Bir hortlak diğerinin bölgesine
böyle yaklaşamaz. Edirne’ye elini kolunu sallayarak gelen buraya da gelebilir.
Hem tek mevzu bu değil... Edirne’ye neden gelmiş olabilir?”
Engin kafasını karıştırdı: “Av
alanını genişletme falan mı?”
“Anlaşıldı, bilmiyorsunuz… Ama ben
sizin yerinize de düşündüm ve sanırım bir cevabım var.”
Muzaffer: “Bir dakika… Siz
Varkolakların Edirne’ye bir sebeple gelmiş olabileceğini söylüyorsunuz.”
Abdülharis’in kibirlenmesi gözle
görülür raddedeydi: “Beni tetkik edene kadar Edirne’nin tarihi rivayetlerini tetkik
etseydin Varkolakların maksadını anlardın. Asıl maksatları meçhul ama neden
gelmiş olabileceklerini sanırım biliyorum. Varkolaklar ısırılarak değil lanetle
dönüşenlerden. Bu onları daha kuvvetli yapıyor. Şanslınız ki benim de
hortlayışım bir lanetle alakalı. Ben de en az onlar kadar tehlike ve kudret
sahibiyim!”
“Bunun geliş sebepleriyle alakası ne
paşam?”
“Gözden kaçırdığın bir husus var.
Lanet. Yani büyü misali göze görünmez bir kuvvet. Böylesine fevkalade bir
kuvvete malik herhangi bir mahluk, yerini yurdunu bırakıp başka bir toprağa
geliyorsa muhakkak bir maksadı olmalı. İntikal ettiği toprak Edirne olunca bu
maksat az çok ifşa olmuş demektir.”
“Osmanlı’nın kayıtlara geçebilen
hortlak vakalarında Edirne’nin ayrı bir yeri var, bununla mı alakalı?”
“Nihayet anlayabildin cadıcı! Neden
bilmiyorum ama eskiden dahi konuşulduğunu hatırlarım, hortlak çıkmaya en müsait
vilayetlerden olduğu söylenirdi halk ağzında.”
“Bu lanetli varlıkları, bu toprakla
ilgili çeken şey ne peki?”
“Eski mıntıkasında kanın köküne
kıran girmediyse şayet daha fazla kudrete malik olmak. Yollarına çıkmadan
bilmek nâmümkün.”
“Hemen şehre hareket edelim paşa
hazretleri…”
Engin’le Muzaffer kapıya
yöneldikleri esnada paşanın duvara asılı karabelayı eline aldığını gördüler.
Paşa eski bir arkadaşını seyreder gibi seyrediyordu kılıcı: “Kala-i Beç’ten
avdet ederken buraya, evime üç şey getirebilmiştim. Kendimi, ruhumdaki
karartıyı, bir de bunu…”
Abdülharis cümlesini bitirir bitirmez kılıcı kınından
sıyırdı. Kadim silah ilk dövüldüğü zamanlardaki gibiydi. Namlusu tehditkârane
ışıl ışıldı ve ölümcül görünüyordu. Birkaç kez sağa sola savuran Abdülharis
kılıcı geri kınına sokup kayışlarından kemerine astı. Raftaki fötr şapkasını
giyerek Osmanlı adabınca konuklarına önden buyurmalarını bir el jestiyle belli
etti.
Karanlık dehlizde ilerlerlerken Engin, Muzaffer’e dönüp
usulca sordu. Abdülharis’in işitebileceğini bilse de kendini alıkoyamamıştı:
“Muzaffer abi. Kala-i Beç ne demek?”
“Osmanlı döneminden bir tabir. Beç Kalesi demek.
Viyana’nın eski adı.”
“Viyana mı?”
“Abdülharis Paşa, Viyana gazilerindendir…”
Engin bu cümleyi duyunca istemsizce yutkunmuştu. Memleketinde,
Sakarya’da yaşayıp yaşayabileceği yegâne metafizik deneyim geceleri sohbet
ettikleri arkadaşlarının anlattığı cin-peri muhabbetleri, Kafkasya
muhacirlerinin torunu olan akranlarından duyabileceği zızlam benzeri
ecinnileken, okumak üzere geldiği şehrin civarında Osmanlı’dan kalma
hortlakların, vampirlerin cirit atıyor olması ne tuhaftı. Viyana kuşatmasını
görmüş bir hortlakla bir başka hortlağı alt etmeye gidiyordu. Yanında gerçek
bir cadıcı vardı. “Saçma bir hikâyenin içinde gibiyim sanki…” diye düşündü
kendi kendine.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder