Gecenin
köründe, Kaleiçi’nin boş sokakları Yaren’in ayak sesleriyle çınlıyordu. Bir
yandan koştururken bir yandan da gördüğü şeyin sinir bozukluğundan kaynaklı bir
hayal olduğunu düşünüyordu. “Hayır… Çağıl’ı ışıldayan gözlerle, sivri dişlerle
görmedim, hayır!”
Kaleiçi’nin karanlık sokaklarında
sağa sola bakıyor, arada nefes almaya çalışarak ne yapacağını kestirmeye
çalışıyordu. Nereye gitmeliydi? Nasıl kaçabilirdi? Elinde sıkı sıkı tuttuğu
telefonla birilerini aramak hatırına gelmiyordu. Sokaklardan birine saptığı
esnada diğer uçtan ağır ağır kendisine ilerlemekte olan Danica ile göz göze
geldi. Kadının fal taşı gibi açılmış gözleri ve sakin yürüyüşü Yaren’in
tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Gözlerini Danica’nın gözlerinen
ayıramıyordu, bakışları bağlanmış gibiydi. Ağır aksak adımlarla ardına bakmadan
gerileyen Yaren birine çarptığını hissetti.
Arkasına döndüğünde bu sefer Dmitri ile göz göze geldi. Daha önceki
hislerinin aksine şimdi adama karşı nedensiz bir ürperti duyuyordu. Ondan
uzaklaşarak gerilemeyi sürdürüp onu da Danica’yı da karşısına almıştı.
“B… B… Ba… Bay Dmitri?”
Dmitri ürküten bir sakinlikle elini
Yaren’e doğru uzattı: “Danica ile ufak bir gece yürüyüşüne çıkmıştık. Sen de
bize katılmak istemez misin Yaren?”
Kız başına gelenleri anlamaya
çalışırken bir yandan da içgüdülerine uyarak gerilemeyi sürdürüyordu. Sokak
lambalarının hepsi birden o anda sönünce ikisinin de gözlerinin kedi gözü gibi
ışıldadığını fark eden Yaren cesaretini toplayarak gerisingeri koşmaya başladı.
O anda şokun etkisiyle telefonunu anımsayarak güç bela açtı. Engin’i
çevirdiğinde kendisine ulaşılamadığını, sesli mesaj bırakabileceğini anlayınca
güç bela soluk alarak konuştu: “Engin acilen gel! Korkuyorum… Peşimdeler!”
O esnada Engin’le Muzaffer kara
suretli kasrın dev kapılarından geçip etrafı duvarlarla çevrili avlusuna
girdiler. Duvar diplerinde sağlı sollu çatılarının bir kısmı çökmüş ahır olarak
kullanılan barakalarla geniş ağızlı taştan bir kuyu vardı. Kuyunun dibindeki
karanlıktan nedensiz yere ürpererek kasrın bahçesiyle aralarında duran iç
kapılara vardıklarında bunların da kendiliğinden açıldığını gördüler. İlk katı
taştan ikinci katı tahtadan inşa edilme olup hala sapa sağlam dikilmekte olan,
tepesinde de kule misali tek katlı köşkvarî bir kısmın yer aldığı kasrın
demirden kapılarıyla karşı karşıya kaldılar. Kasrın kısmen geniş bahçesindek
üç-dört ağaç ve etraftaki otlar vaktiyle kurumuştu, tüm bölgeye ölüm hâkimdi.
Kasrın alt katındaki demir örgülü pencereleri ile birlikte ahşap kısımdaki
pencereleri de tahta perdelerle örtülmüştü. Kasrın tepesindeki köşkvâri yapının
kubbesine tünemiş bir puhu turuncu gözlerini kasrın bahçesine girenlere
dikmişti.
Kasırla bitişik olarak inşa edilmiş
ve mutfak olarak kullanılan taştan bir müştemilat vardı. Müştemilatın ahşap
kapısı ardına kadar aralanınca buraya girmeleri gerektiğini anladılar. Kör
karanlığa adımlarını atar atmaz cep telefonlarının ışıklarını yakarak içeriye tuttular.
Asırların islerini taşıyan kararmış üç taş ocağın ve pencerelerin önündeki
ahşap sehpaların önünden geçtiler. Örümcek ağı ve toz kalıntılarının altında
demirden, bakırdan, tahtadan tabak çanaklar, kaşıklar, her yeri delinmiş kap
kacaklar vardı. Uzun zaman önce kullanılmak üzere sehpaların üzerine çıkarılmış
ancak çoktan paslanmaya yüz tutmuş birkaç kasap bıçağı da dikkatlerinden
kaçmadı.
Mutfakla kasrın birleştiği duvarın
hemen dibinde tahta kapağı açık vaziyetteki geçitten geçip taş merdivenlerden
soğuk ve ürkütücü bir dehlize indiler. Sağda solda çoktan çürümüş tahta
sandıklar, delik deşik olmuş bohçalar, ahşap fıçılar ve kocaman küpler,
asırların etkisiyle delinmiş atlas örtülerin altında tahtakurtları leşleriyle
dolup taşan enva-i çeşit eşya Muzaffer’le Engin’i sanki bir anda gelip geçen
asırların bağrına yeniden fırlatmıştı. Çakmaklı tüfek kalıntıları, paslı
kılıçlar, kalkanlar ve zincir zırhlar dahi bu keşmekeşte telefonların ışığında
müze raflarındaymışçasına arz-ı endam ediyorlardı. Koridor misali ilerleyen
dehlizin sonundaki ahşap kapıya doğru ilerliyorlardı nitekim başka bir yere
yönelmeleri kabil değildi.
Engin sordu: “Abdül… Şerruh Paşa.
Nasıl öldürülmemiş?”
Muzaffer gözlerini kapıdan ayırmadan
Engin’in sorusunu temkinli bir şekilde yanıtladı: “Abdülharis Paşa sıradan
cadıcıların peşine düşeceği, onların alt edebileceği biri değildir. Belki bir
dampir yahut vampiroviç yani vampir kanı taşıyan vampir avcılarından biri bu
işi yapabilirdi. Ancak görünen o ki yapan olmamış.”
Ahşap kapının önüne geldiklerinde
asırlık kapı kulak tırmalayan bir gıcırtıyla açıldı. Bir başka karanlığa adım
attıklarında genişçe bir odanın dört köşesinde bulunan devasa şamdanlardaki
tozlu mumlar kendiliğinden yanmaya başladı. Loş da olsa aydınlık bir
ortamdaydılar. Odanın hemen ilerisinde kasrın üst katlarına çıkan bir taştan
bir merdiven, ortasında da Roma zamanından kaldığını tahmin ettikleri
çatlaklarla ve harp eden insan tasvirleriyle bezeli kapaklı, mermer bir lahit
duruyordu.
“Muzaffer abi bu lahit ne ayak?”
“Buralarda ta Roma’dan Bizans’tan
yerleşimler var. Kasrın sahibi bir yerden bulup getirmiş olmalı…”
Lahdin sağ tarafındaki duvarda
büyükçe bir tablo asılıydı. Tozlanmış, hayli eski tabloda 1700’lerin başındaki
Osmanlı ahalisini andıran giysilere bürünmüş, beli kılıçlı, sert bakışlı, uzun
saçlı ve pala bıyıklı bir adam resmedilmişti. Lahdin sol tarafında da
türbelerdeki kitaplıkları andıran genişçe bir raf duvara çakılmıştı. Üzerinde
sırasıyla delik deşik sarıklı paslı bir miğfer, yine hayli yıpranmış bir
sarıklı kavuk, üstü örümcek ağlarıyla kaplı ancak sağlam duran bir fes ve
kalpak vardı. Sıranın sonunda sanki dün kullanılmışçasına yeni, hiç tozlanmamış
siyah bir fötr şapka duruyordu. Rafın hemen altında da siyah kını demirden
işlemelere sahip, kabzasında da demirden süslemeler bulunan 1600’lerden kalma
görünen bir karabela kılıç asılıydı. Hemen altında da siyah renkli bir baston
Odanın ne anlama geldiğini
anladıkları esnada sanki korkutucu gerçek bir de kendini göstererek
anladıklarını pekiştirmek istedi. Taş lahit işitenin yüreğini adeta
ağırlaştıran bir sürtünme sesiyle ağır ağır açıldı. Lahidin içinden sanki
bedensizmişçesine bir adamın çıkarak burunlarının dibinde cisimlendiğini
gördüler. Korkudan ayaklarını neredeyse hissedemiyorlardı.
Adam uzun, siyah bir palto
giymekteydi. Üstünde de gösterişli bir kumaş pantolon, yelek ve gömlek vardı.
Yeleğinde gösterişli bir altın köstek sallanıyordu. Adamın çehresi, görünüşü ve
yaşı duvardaki eski tabloda resmedilmiş kişiyle ürkünç derece aynıydı; hafif
ince yapılı, ortadan biraz uzun, vakur duruşlu ve esmerdi. Omuzlarına dek inen
uzun saçları, kemerli burnu, pala bıyığı ve insanı tedirgin eden sert bakışları
da resimdekinin aynıydı. Yalnız resimde olmayan birkaç rahatsız edici ayrıntıya
sahipti; köpek dişleri anormal derece uzundu ve gözleri de arada bir mumların
loş ışığında fenermişçesine parıldıyordu. Hafif uzun tırnakları neredeyse
pençeyi andırıyordu.
Başını hafifçe eğerek gelenleri
selamlayan adam ağır ağır, aksansız bir Türkçeyle konuştu: “Haneme hoş
geldiniz. Benim kim olduğumu biliyorsunuz zannederim. Gelenlerin kim olduğunu
öğrenmek isterim…”
Muzaffer ve onu taklit eden Engin
adama hafif bir baş selamı verdiler. Cadıcı da aynı sükunetle konuştu: “Hoş
bulduk Abdülharis Paşa hazretleri. Ben Muzaffer. Bu da arkadaşım Engin.
Cadıcılardanım ben.”
“Söylemene lüzum yok. Üstüne benim
gibi olanların ölüm kokusu sinmiş. Misafir olduğunuz bir hanede ev sahibine
karşı daha terbiyeli olmalısınız ayrıca. Ben bu lahdi herhangi bir mezarlıktan
çalmadım. Babam bu kasrı inşa ettirirken bulmuşlar, dehlizde kalmış. Şimdi ben
kullanıyorum. Istrancalar köyü hayli eski tabi…”
“Ben bu köyü sizin aşiretiniz
yerleştirildiğinde kuruldu sanıyordum. Karçarlular.”
“Ailem buraya yerleşti evet ama o
zaman da köy vardı.”
“Bir belgede köy aşiretinizin adıyla
anılıyor ve sizlerin kurduğunu yazıyor ama?”
“Babam buraya sipahi geldiğinde de
bu köy varmış. Ne kadar eski meçhul. Belgeyi kaleme alan kâtip tüm köyü bizden
zannetmiş olmalı. Osmanlı taşrasından müntakil evrakın vaziyetini geçelim de
merakımı celbeden bir diğer hususa gelelim. Senin kapıda saydığın o isimleri
ben bile neredeyse unutmuştum. Sen nereden öğrendin?
“Osmanlı’nın payitahtından müntakil
vesikalar.”
“Ah! Payitaht bana yolladığı paşalık
berat ve madalyalarından fazlasını saklamış demek…”
Engin kendini daha fazla tutamadı:
“Gerçekten paşa mıydınız?”
Abdülharis, Engin’e acır gibi baktı.
Muzaffer’in kendisine: “Genç işte!” dercesine baktığını görünce alaycı bir
ifadeyle gülümsedi: “Sekiz kılıç sahibi sipahiydim. Burası timardı bir
vakitler. Babama bey derlerdi. Bana da paşa dediler!”
Kendisini bir romanın içinde
zanneden Engin kinayeyi anlayamamıştı: “Şey… Siz gerçekseniz… Drakula da gerçek
mi?”
“Drakula mı?” Abdülharis’in bu ismi
anımsayamadığı yüzünden belli oluyordu. Ancak bir anda yine müstehzi bir
ifadeyle sırıtmaya başladı: “Haa şu… Kocamış Eflaklıyı diyorsun. Kimse bilemez.
Destursuz adını anma o uğursuzun delikanlı. Kabil olsa ben bile destur çekerim
de tabiatıma ters!” Abdülharis’in istihza mı yaptığı yoksa gerçekten Engin’i
ikaz mı ettiği belirsizdi.
Engin: “Seslerimizi duyduğuna göre
dışarıyı işitebiliyorsun. Ezan sesi falan etkilemiyor mu peki?”
Abdülharis sabrının sonuna geldiğini
bakışlarıyla belli ediyordu: “Bu civarda ezan okunan tek bir köy yok. Ezan
okuyanların olduğu senelerde de sesleri dehlize pek ulaşmazdı. Duvarların
içerisini işitirim ben. Duvarlar bana ince size kalındır. Burada bağırsan
çığlığını şu köşkün tepesine tünemiş puhu bile duyamaz!”
Engin de Muzaffer de korkuyla
ürperdi. Muzaffer araya girme gereği duydu: “Ezan onu bir miktar etkiler
dışarıdayken. Yüzüne karşı yakınken okuman lazım…”
“Vaden dolmuşsa o da kurtarmaz
Muzaffer Bey. Yıllar önce bir hoca çıkıp gelmişti, bana Şerruh diye lakap
takan… Neyse uzun hikâye, birileri bir yerlere yazmıştır, sen de muhakkak
okumuşsundur.”
Engin’in gözleri parıldadı hikâye
lafını duyunca: “Paşam sizi hikâyelerden tanıdım ben de. Muzaffer abi sağ olsun
tabi, sizi öyle bir tarif etmiş ki tam karşımdaki gibi!”
Abdülharis’in gözünde tehditkâr bir
ışıltı peyda oldu. Anında Muzaffer’e döndü: “Ne hikâyesi?” Sen beni
hikâyelerinde mi kullanıyorsun?”
Muzaffer, Engin’e: “Çok iyi halt
yedin!” der gibi bakıyordu. Genç adam ağzından çıkan sözün ağırlığını o
bakışlardan çok iyi anlamıştı. Abdülharis’in ürkünç yüzü adeta öfkesini
yansıtıyordu.
DEVAM EDECEK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder