(Kabir
Kaçkını Beygir, Gölge E-Dergi, 72. Sayı, Eylül 2013, s. 77-80)
(Not:
İhsan Oktay Anar’ın “Amat” isimli romanında, ölümsüzlükle ilgili anlatılan bir
hikâyeden ilham alınarak yazıldı.)
Sultan Hamid devrinin Edirne’sinde Menzilahır
mevkiinde meskûn Romanlara mensup Davulcu Bekir’in oğulları Abdo ile Süleyman
adlı iki kardeş yaşarmış. Bunlar ellerindeki tek beygirin çektiği bir talikayla
tüm gün şehri gezer, yük ve eşya taşıyarak geçimlerini sağlarlar, arada da
Karaağaç semtinden Abalar Başı’na avamdan kimseleri getirip götürmek için
faytonculuk ederlermiş. Yolları ezkaza Rumlarla Bulgarların mahallesine düşerse
onlara laf atan kaldırım kurtlarına bıçak çekip dayılanmaktan da eksik kalmazlarmış.
Edirne’nin gecelerinde caka satan, Karaağaç kuytularında kumar oynamaya giden
külhani kısmıyla, evlere giren hırsız taifesiyle yüz göz olurlar ancak bunların
çağrılarına kulak asmazlar, günlük kazanıp günlük yer içerler, şarabı eğlenceyi
hayatlarından eksik etmezlermiş. Kavgası cümbüşü eksik olmayan Menzilahır
mahallesine, taş yollar üzerinden takır takır seslerle toprak yollarla çevrili
mahalleye girerler, çoluk çocuk sesleri, çalgı nağmeleri arasında oturdukları
talikada oynaya oynaya tek göz ahırlarına girip çıkarlar, kimseye el açıp minnet
etmeden yaşayıp giderlermiş.
Bir gün ahıra her nasılsa öyle bir
halde gelmişler ki kapısını bağlamayı dahi unutup kapıya çakılı nazarlığı dahi
düşürmüş. Şayet kafaları o denli dumanlı olmasa ziyadesiyle batıl inançlı bu
insanlar kapıyı sıkıca bağlayıp atadan dededen nazardan, büyüden koruyucu
tekerlemelerini okumayı ihmal etmez, nazarlığı da kapıya geri asarlarmış ki
kendilerine ve hayvanlarına dışarıdan, öte âlemlerden gelebilecek kötülükler
dokunamasın. Ancak Karaağaçlı Meyhaneci Apostol’un ta Kostantiniyye’den
getirttiği afyonlu şarabı fazla kaçırınca talikayı güç bela zapt ederek sallana
sallana ahırlarına gelip samandan yatakları üzerinde sızıp kaldıklarından ne
kapıya ne nazarlığa dikkat edebilmişler. İşte tüm bunlardan ötürü her türlü
fenalığa teşne bir halde sızıp kalmışlar. O muhitin mütevazı kabristanında, Cumartesi
günleri haricinde mezarından çıkarak denk getirdiği bebeklerin ciğerini, hayvan
kısmının kanını içen gözü kanlı cazu taifesinden bir heyula, yatsı ezanı okunup
cinlerin vakti ilan edilince ceset başına üşüşür gulyabanileri kaçırtıp
mezarından çıkmış. Kapkara dilini çürümüş sivri dişleri üzerinde dolaştırıp
ateş kızılı gözleriyle evlerin ve ahırların kapılarını yoklayarak, çarpık
çurpuk kolları ve ayaklarıyla toprak yollar üzerinde yılan misali sürüne sürüne
ilerliyor, her kapı önünde ve pencerelerde nazarlıkları, sarımsakları, acayip
yazılı tılsımları gördükçe tıslayarak başka bir tarafa seğirtiyormuş.
Burnuna çarpan insan ve hayvan
kokularından iştaha gelerek korkunç hırıltılarla, tıslamalarla kâh sürünerek
kâh çarpık ayakları üzerinde iki yana sallana sallana yürüyen cazu, kapısı
bağlanmamış ve de nazarlığı düşmüş bir ahıra denk gelince büyük bir iştahla
içeriye girmiş. Ahırdaki atın huysuzlanmasına, deli gibi tepinmesine karşın
ipini çözerek sırtına atlayarak ahırdan dışarıya çıkarmış. Sabaha kadar hayvana
eziyet edip sokaklarda koşturmuş, kanını içerek perişan etmiş. Sabah ezanı
okunurken de atı ahıra geri bırakıp sallana sallana kabrine geri dönmüş. Gün doğup
horozlar öttüğünde, uyanıp da atlarının perişan halini gören Abdo ile Süleyman
yorgun halinden ve kan ter içinde kalmasından, boynundaki tuhaf yaralardan korkup,
atı mahallenin öbür ucunda izbe bir kulübede yaşayan Kurşuncu Fati’ye
götürmüşler. Fati Kadın, atı görür görmez bir cazunun musallat olduğunu
anlamış. Cazunun at ölene dek Cumartesi günleri haricinde her gece gelerek
kanını emeceğini söyleyerek kapılarını sıkıca örtüp, nazarlık asıp atı da
sıkıca bağlayarak zapt etmeleri gerektiğini söylemiş. Bunun üzerine Abdo ile
Süleyman ahırlarına döner dönmez atı ahırın üstüne yapıldığı kadim taş binadan
kalma temellere zincirledikten sonra kapılarına yeniden nazarlık ve sarımsak
asmışlar. Cazu gelince tedbir olsun diye odun kesmeye yarar nacaklarını Tenekeci
Tıbı’ya götürüp keskinleştirdikten sonra geceyi beklemeye koyulmuşlar.
Gün geceye dönüp yatsı okunduğu
vakit Abdo ile Süleyman oldukları yerde sızdığında, kabrinden çıkıp gelen cazu
bir kere tadını alarak musallat olduğu atın tepesine çıkmak için yine sürüne
sürüne ahırın önüne gelmiş. Kapıyı bağlı, tılsımları da asılı görünce ahırın
duvarlarına vurarak içeriye girmeye çalışmış. Korkuyla yerlerinden sıçrayan
Abdo ile Süleyman oldukları yere sinmiş, arada bir pencereye yapışıp kara
tırnaklarını cama sürten kızıl gözlü cazudan korkularından ne yapacaklarını
şaşırmışlar. Cazunun geldiğini hisseden at olduğu yerde toynaklarıyla yeri
eşeleyerek deli gibi kişnemeye başlamış. Cazu içeriye giremeyince atı dışarıya
çağırmış tıpkı önceki kurbanlarına yaptığı gibi. At muazzam bir güçle
zincirlerinden kurtularak ahırın kapısını yıkarak dışarıya fırlar fırlamaz cazu
atın tepesine binerek boynunu dişlemeye başlamış. Abdo ile Süleyman can
havliyle ne yapacaklarını pek de bilemeden dörtnala koşturan beygirin peşine
düşmüşler. En son cazu zaten kendine hayrı olmayan beygirin tüm kanını
çektiğinde beygir olduğu yere yığılıp kalmış. Cazu beygirden akan son birkaç
damla kanı yalamanın derdine düşmüşken Süleyman hırsla arkasından yetişip: “Abe emdin kuruttun beygiri kuruttun!”
diye baltayı cazunun kafasına indirivermiş. Cazu kafasından akan siyah kanlarla
beygirin üstüne yığılıp hayvanın kafası bu kanlarla simsiyaha dönerken, Abdo
yol yordam bilir diye mahalleden aşağıya inerek rica minnet Sen Jorj
Kilisesi’nin Bulgar papazını çağırmış. Cazu kendi taraflarına da iner diye
korkan papaz, Edirne Bulgar cemaatinden bazı gençleri de ardına takıp atın
tepesinde ölüp kalmış cazunun cenazesinin yanına gelmişler. Süleyman’ın balta
darbesiyle böyle ölüp kalmasına bir anlam verememişlerse de adettendir diye
cazunun kalbini çıkarıp kalbinden bir kavşak kenarına göbeğinden kazıklayarak
gömüp ağzına sarımsak doldurdukları kafasını kesip başka bir tarafa gömmüşler.
Beygirlerinin kaybıyla muazzep Abdo
ile Süleyman, artık işe yaramaz diye atı kimsecikler görmeden büyük ve geniş
bir çadır bezine sardıktan sonra ertesi gün geç vakitte gizli gizli kaçak kesim
yapan beygir kasaplarına götürüp satmayı düşünmüşler. Bu yerlerde hayvan namına
her türlü şey kesildiğinden bir günlük ölmüş bir beygirin bile etinin kesilip
paragöz bir kasaba satılması işten bile değilmiş. Ertesi gün akşama doğru ancak
kendilerine gelip çadır bezinin bir ucuna yapışarak ölü beygirlerini kaçak
beygir kasaplarından birine götürmüşler. O günkü şarap paralarını ve
kayıntılarını çıkartacak bir miktarda anlaştıktan sonra hayvanın leşini kasabın
önüne bırakmışlar. Kasap kokmuş hayvan leşlerini kesmeye alıştığından zerre
iğrenme emaresi göstermeden sanki hayır bir iş yapıyormuş gibi besmeleyle
bıçağını çektiğinde hayvan olduğu yerde debelenmeye başlamış. Kasap, Abdo ve
Süleyman’ın şaşkın bakışları arasında kızıl gözleriyle cana gelen, sivri
dişlerini göstere göstere kişneyen at kasabı çifteyle yere yıkınca kasap bir
yana Abdo ile Süleyman başka yöne doğru kaçmışlar.. Az buçuk gavur, Müslüm
dualarıyla ahıra geri dönen Abdo ile Süleyman, yaptıkları iş ortaya çıkar diye
kimseye bahsetmemeye ant içmişler. Ancak at peşlerini bırakmamış. Çünkü kafası
yarılan cazunun kanları ağzına dökülünce cazu gibi hortladığından bir hortlak
misal en önce yakınlarına musallat olmuş. Onların ardından ahırın kapısına
dayanan beygir, toynaklarını duvarlara vura vura, pencereden sivri dişlerini
gösterip korkunç seslerle kişneye kişneye Abdo ile Süleyman’ı derin korkulara
gark etmiş.
En son Süleyman’ın aklına bir çare gelmiş. Hem de
öyle bir çare ki insan öyle bir durumda neyi nasıl akıl ettiğine şaşarmış. Süleyman:
“Abe Abdo ne üldürelim bunu? Yakalayıp
zapt edelim, ortlayan beygir diye er yerde anlatırız! Erkezler panayır gibi
gürmeye gelir, sipali verirler. Paşalar gibi zengin uluruz beya!” deyince
onun da aklına yatmış. Üzerine sarımsak koçanları bağladıkları bir cins kemendi
hazır ettikten sonra ahırın kapısını açıp beygiri içeriye çağırmışlar. Kana
susamış hortlak beygir korkunç kişnemelerle ahıra girer girmez sarımsaklı
kemendi beygirin boynundan geçirdikten sonra karışık dualarla, sarımsak
sürdükleri zincirlere dolayarak yine duvara zincirlemişler, ancak bu kez dualı
zincir ve iplerle bağlandığından duvardan koparmaya gücü yetmemiş. Camdan
pencereden bedava seyreden olur diye çadır bezleriyle ahırın camını kapatıp
sabahı beklemeye başlamışlar.
Ertesi gün mahalleye ahırlarında ölümden dönmüş,
kimsenin görüp işitmediği tuhaf bir beygir bulunduğunu söyleyince ilk önce
kimse sözlerine inanmayarak milletten para cukkalamak için uydurabileceklerini
düşünmüşler. Ancak merakına yenik düşen Malu isimli bir kadın, siyah toynaklı,
korkunç görünüşlü, sivri dişlerini göstere göstere korkunç seslerle kişneyen
ateş kızılı gözlü hortlak beygiri görüp tüm mahallenin dedikoducularına yayınca
hortlak beygiri görmek isteyenler evin önünde kuyruk olup Abdo ile Süleyman’a
miktarı ölçülemez paralar kazandırmışlar. Hortlak beygirin namı cümle Rumeli’ye
ve İstanbul’a dek uzanmış, başka başka semtlerden paşalar, beyzadeler,
erkekliğini sınamak isteyen kabadayılar, melankoliden avurtları çökmüş
feylesoflar, parası ve zamanı bol bir nice amelsiz kimseler Menzilahırı’ndaki o
ahıra gelerek hortlak beygiri görmek istemişler. Osmanlı gazeteleri mevzuyu
yazmak istemiş ancak padişahtan ziyade padişahçı sansür kurulunda bulunan bir
paşa: “Kalabalığın resmini gösterip memlekette kıtlık var derler, padişahımıza
halel getirmek için kullanırlar!” diye haber yapılmasını yasaklamış.
Kapitülasyon marifetiyle yasağı delebilen ecnebi gazetecilerden birkaçı da
fotoğraflarda bulutlu gibi görünen bu hortlak beygirin hikâyesini Frenk
neşriyatında meşhur etmişler.
Günün birinde Frenk illerinden bir mektup gelmiş
Abdo ile Süleyman’a. Tahmis Meydanı’na inerek arzühalci Avram Efendi’ye mektubu
okuttuklarında bir Frenk soylusunun gelerek atı istedikleri miktarı belirterek
satın almak istediği yazıyormuş. Avram Efendi’ye, cevaben bir mektup yazdırarak
yüklü bir paraya beygiri satabileceklerini ve ahırın adresini cimine noktasına
kadar yazdırıp göndermişler. Öyle ya bu mektubun sahibi hakikaten gelirse bu
yüklü parayla hayatları külliyen değişebilirmiş. Fırtınanın ağaçları neredeyse
kökünden söktüğü, korkunç uğultularla estiği bir gece ahırın kapısı çalmış.
Kapıyı açtıklarında boynu sargılı, soluk benizli, tepeden tırnağa siyahlara
bürünmüş, sol yanında büyükçe bir süvari kılıcının asılı olduğu tuhaf görünüşlü
bir Frenkle karşılaşmışlar. Tek cümle konuşmadan Frenk onlara koca bir kesede
istedikleri parayı verdikten sonra kendisine kanı ısınmış gibi görünen hortlak
beygiri çözdürüp sırtına atlamış. O esnada Abdo ile Süleyman tuhaf şeyler
görmüş. Beygirin sırtına atlayan Frenk birden boynundaki sargıyı çıkarmış.
Başını omuzlarından sökerek alelade bir kelle gibi elinde taşıyarak kara
suretli beygirle birlikte dörtnala ilerlemiş. Elinde kesik kellesini sallayan
kesikbaş, sırtına bindiği hortlak beygirin ürkünç kişneme sesleri arasında
gözden kaybolup gitmiş…
SON
Mehmet
Berk Yaltırık
10
Ağustos 2013-İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder