(Kralkızı
Gömüsü, Siyah-Aylık Öykü Dergisi, 3. Tanıtım Sayısı, Ekim 2013, s. 4-8)
Zamanın ve memleketin birinde, Sultan
Reşad devrinde, seferberliğin sonlarına doğru hali vakti yerinde bir köyde
türediği rivayet edilen musibetten bahsedilir. Köy kahvelerinde, ihtiyar
odalarında, misafir evlerinde, hanlarda, bekar odalarında anlatılan, soğuk kış
gecelerin yaşı yetenlerin yaşandığına yeminler edip insanın boğazını
düğümleyen, betini benzini solduran o olaydan sağ kurtulan delileri
gördüklerini söyleyenler sayısızdır. Hakikaten de bir dönem koca bir köyün
ahalisinin yaşadıkları yüzünden hep birden akıllarını yitirdiklerini, başta
İstanbul Toptaşı’ndaki olmak üzere çeşitli bimarhanelere veya zindanların en
dip kuytularına kapatıldıklarını yine yaşı yetişenler söylerler ki yaşı o
vakitler aklı erer olup bugüne dek gelenlerinde anlattıkları vakidir.
Ben vakt-i zamanında Sinop zindanına düştüğümde, orada bu
şekilde tutulan ve zindanın hademeliğini yapan Deli Abbas’tan bu hikayeyi
dinlemiştim. Kendi deyimiyle, kendi döneminde Memalik-i Osmaniye’nin dört bir
yanına dağıtılan o deli köylülerden biri olduğunu söylemişti. Kendisinin deli olmadığı halde lakabının deli
olması tuhafıma gittiğimden karın tokluğuna bu zindanlarda neden ömür sürdüğünü
sorduğumda, cihanın orduları bir araya gelse bu taş duvarların ve demir
kapıların ardına çıkmayacağını söyledi. Yüzünde daimi bir korku haliyle dolaşan
bu adam, taşıdığı ürkütücü hatıranın ağırlığı altında adeta ezilmekteydi.
Ömrünü orada burada temizlik yapıp, sadece ibadetle geçiren bu bedbaht adam,
her dolunayın başlangıcında o olayların hatıratına binaen biz fanilerinde ibret
alması için etrafına topladığı zindan ahalisine bu hikayeyi anlatırdı. Öyle bir
anlatış tarzı vardı, o kadar gerçekçi ve korkutucuydu ki radyo piyeslerini,
arkası yarınları geride bırakırdı. Ahali yüz kere bin kere dinlese dahi yine
heyecanla oturur dinlerdi.
Anlatma vakti gelince adı konulmamış bir gelenek gibi
deniz tarafındaki koğuşta toplanılır ve ilk orada herkes birbirine tuhaf ve
ibretli hadiselerini, anılarını anlatır ardından sedirin baş tarafında oturan
Osmanlı’dan beridir müebbetlik mahpus yatan eskinin kanlı eşkıyalarından Faytoncu
Osman Ağa’nın öte yanına oturtulan Abbas’ın gelişiyle çayla dağıtılır, bazı
zamanlar hapishane müdürünün dahi bu seyirliğe dahil olduğu görülürdü. Abbas
hayatının hasılasını anlatmaya başlayınca sesler kesilirdi. Ben de bunlardan
birine dahil olmuş ve o meşum olayı tüylerim diken diken olmuş bir halde,
tekinsiz ay ışığı altında denizden gelen dalga uğultularını dinleye dinleye
öğrenmiştim.
Anadolu’nun bir yerinde, dağlar eteğinde bir köy. Köyün
çoğu seferberlikte, hastalık nedeniyle daha harp yıllarında köye dönebilmiş
birkaç kişiden başka kimse yok. En yakın köyler dağların aşrısında, Celali
İsyanları döneminden sonra kurulmuş dağ köylerinden biri.
Köyün
ahalisinin hali vakti o döneme göre bile yerinde ama açgözlülük herkeste her
insanda baki. Köyde bir definecilik hevesi. Tehcirle giden Ermenilerden, savaş
zamanı kaçan Türklerden, çetecilerin darmadağın ettiği bir nice kavimden kalma
köylere, evlere kiliselere dadanmışlar kazılmadık yer kırılmadık duvar
bırakmıyorlar. Öyle ya harp zamanı diye millet gömüsünü saklayıp dört bir yana
savuşmada. Herkes bir söylenti duyuyor, kimi bir Ermeni papazının giderayak
kendisine emanet ettiği haritadan, kimi giriştiği müsademelerden birinde can
vermiş kanlı bir eşkıyanın giderayak söylediği saklı ganimetlerinden
bahsediyor. Herkes alıcı kuş kesilmiş, evleri avluları delik deşik ediyor. Ahalinin
elinde kazma, kürek, belinde ip eksik değil. Türlü tuhaf şeyler vukubulmakta.
İşte bu
günlerden birinde bu köyde bu sefer bir başka rivayet dolaşmaya başlıyor. Seferberliğin
sonlarına doğru cepheden kaçıp gelmiş delikanlılardan birisi. Asker
kaçaklarının o devirde cezası ağır, kaçaklar düzde gezemez hepsi dağda. Bu
böyle köye gelip yaşamaya başlayınca ve şüpheli halleri de görülünce
köydekilerde şüphelenmişler haliyle. Bir gün boğma rakıyla bağ şarabı
buldurmuşlar bir yerden bir ziyafet tertiplemişler, o sırada alkolün tesiriyle
o delikanlı başlamış konuşmaya. Suriye cephesinde, bir Alman binbaşı varmış.
Elinde sürüyle kitap, harita, defter, yazısı şekli bilinmeyen sırlı esrarlı
bilgiler bulunan bu binbaşı bir gün bu delikanlıyı çağırtıp “Sen filanca köyden
misin?” diye sormuş. Delikanlı köyünün adını duyunca şaşırıp Alman binbaşıya
“Evet ben filanca köydenim” demiş. Gavur kırk yıllık Müslüman gibi Türki
lisanda konuşurmuş. Bu binbaşı tarihi eserler felan bulmak gayesiyle
Anadolu’nun bir çok yerine gelip kazılar yapmış, gömüler, defineler bulmuşmuş.
Delikanlıya köye yıllar önce geldiğini söylemiş, bir yazıtta bir çok defineyle
ve cariyeleriyle birlikte gömülen bir prensesin hikayesini okuduğunu böylece
bugün bile hala o prenses mezarının yerini koruyan insanların olduğu bir yere
geldiğini söylemiş. Ama oradaki ahali kendi atalarının mezarı olduğuna inandıklarından
bu binbaşıyı köye sokmamışlar.
Bunu
anlatınca oradaki köylülerin her birisi meseleye uyanmış. Kendi köylerinin
yukarısında, ahaliden kopuk yaşayan Kralkızı köyü değil miymiş bu köy? Ahalinin
cemaati ne rum ne ermeni, sadece türbesini bekledikleri Kral Kızı’na inanan
türlü çeşit inanışlardan artık unutulmuş kadim bir itikada mensup bir avuç
insan hala da yaşarlarmış köyde çok azı. O köydeki kalıntılar ki Rum
padişahlığından dahi eskiymiş. Altınları almak için birkaç kişi oraya gitmek
üzere kararlaştırmışlar. Altın hırsının ve içkinin de verdiği cesaretle kalleş
bir plan yapmışlar. Silahlanıp pusatlanıp kazmalarını küreklerini alıp Kralkızı
köyüne yollanmışlar. Kendi içine kapalı olduğundan hiçbir ahalisini
tanımadıkları o köyün yolunu takip etmişler. Etrafa saçılmış dikenli çalıları,
bilinmeyen zamanlardan kalma harabeleri ve sütun başlıklarını geride
bırakmışlar. Taş duvarlı evlerden oluşma bir köye gelmişler, biraz uzağında
mağara ağzına benzeyen ama toprağın altına doğu giden bir mermer yapının üst
kısmını da andıran tuhaf, mermer bir binadan ibaretmiş. Yakınına vardıkça
üstündeki kabartmalar, resimler, eli silahlı insan resimleri, canavar resimleri
seçiliyormuş. Biraz daha yaklaşınca insan başlı ya da hayvan vücutlu ejderha
resimleri çekilmekteymiş ki günlük güneşlik havada bile bir insanın tüylerini
diken diken edip ecel rüzgarını ensesinde hissettirebilirmiş. Köyün evlerine
yakın durdukları itibaren hepsinin boş olduğunu görmüşler. Ne kapısı ne
pencereleri yerinde duran boş, taş evlermiş. Yıllarca bu köyü bilirlermiş ama
hiç gidip gelen görmemişler ki? Böylece
kendilerine engel olacak kimselerin olmadığından, hemen türbenin yakınına gitmişler.
Definecilik töresi gereğince kayaların üstüne işlenmiş giriş işaretlerine ve
tuzak işaretlerine bakınıp dört bir yanını kurcalamışlar. Çevredeki
kalıntıların verdiği korku hissiyle üzerlerinde rakının ve şarabın verdiği
çakırkeyf halden eser yokmuş. Mezarın kapısını saklayan örme taşlı duvarı
kazmayla kürekle yerle yeksan edip meşalelerle girmişler içeriye. Tavandan
örümcek ağlarının sarktığı tozlu ve küf kokulu yeraltı dehlizlerine uzanan bir
mağara ağzıyla karşılaşıp yollarına devam etmişler. Ayaklarının altında
kadimden kalma insan iskeletlerinin çıtırdadığı, gözleri çoktan asırlara karışmış
boş kurukafa gözlerinin gelenleri seyrettiği, ismini cismi bilmediği acayip ve
tuhaf bir sürü mahlûkatın sürüne sürüne gölgelere karıştığı o dehliz bir ara
aşırı şekilde dikleşmiş. İçlerinden birisi insan iskeletlerini göstererek
kurban niyetine putperest padişahının canlarına kıydırdığı insanlara ait
olduğunu söyleyip hazinenin tılsımla bağlanabileceğini söylemiş. Ağızlarında
türlü dualar yolun iki ayrı yola ve örülü kapıya ayrıldığını görmüşler.
Üstlerinde hiçbir işaret olmayan kapının hangisini açacaklarını ilk
kestirememişler.
Neyden
sonra sağ taraftaki kapıyı seçip kazmayla kürekle kapıyı açmışlar. Burası bir
başka dehlize açılmaktaymış ki dibinden yüzlerine bir serinlik gelmekteymiş. Bu
dehlize indiklerinde gördükleri şey karşısında akılları çıkmış. Kocaman
mermerden bir havuz ki suyu kurumuş, içinde cümle balığın mahlukatın kemikleri
var, bir nice çeşit canavarın ölüsünün yanına çeşitli kapkacaklar, incik
boncuklar bırakılmış. Havuzun en ortasında ise bir heykel durmaktaymış ki
hiçbir anlam veremedikleri, kanatlı, şiş göbekli, birden fazla hortumu
suratından sarkan fil suretli bir canavar heykeliymiş. Kafirin putunu kırmaya
niyet etmişler ama tılsımı vardır diye dokunmaya korkmuşlar. Dehlizden çıkıp bu
sefer sol taraftaki kapıyı delmeye başlamışlar. Kapıdan su sızmaya başlayınca
durmuşlar, su tuzağı zannederek. Lakin o su ayaklarının altından akmış gitmiş.
Adamlardan biri suyun tadına bakmış: “Vallahi de billahi de bu insan gözyaşı!”
demişmiş. O duvarı açtıklarında bir başka duvarla karşılaşmışlar. Onu da deler
delmez bembeyaz bir su akıp gitmiş ayaklarının altından. Yine içlerinden biri
tadına bakmış: “Vallahi de billahi de bu insana aittir!” demişmiş. Arkasındaki
duvarı deldiklerinde bu sefer oluk oluk kan boşaldığını görmüşler duvardaki
delikten. Son duvarı delince bir başka dehlize denk gelmişler. Bir dehlizki
duvar dibinde koca yağ küpleri boyunda bir küp ve içinde çeşit çeşit altınlar,
gümüşler, takılar…
Ama
meşalelerinin ışığında bir başka şey görmüşler. Büyük, geniş, ak mermerden bir
kaya ki üstüne eciş bücüş mahlukatın suretli nakşedilmişmiş. Üstünde insana ait
olduklarını sandıkları iki mumya yatmaktaymış. Birisi bir kadına aitmiş ki
başındaki tacın altında uzun siyah saçları varmış, gözlerinde kapkara boşluklar
varmış. Onun yanında da bebek kadar ufak, sakallı ve ters ayaklı bir varlığa
ait bir başka mumya varmış, onunda simsiyah göz boşlukları varmış.
Ne
olduysa altına el sürmelerinden sonra olmuş. Yer gök sarsılmış, yıldırımlar
çakmış, dağ tepelerinden korkunç kasırgalar esmiş. Kabirden insan dışı
çığlıklar atarak dışarıya uğramış bir avuç define avcısı. Köylerine kadar
yuvarlana yuvarlana gitmişler, köy de onlarla birlikte helak olmuş delirmiş.
Neden mi kaçmışlar? Demelerine göre kabirdeki kral kızı cana gelmiş. O kadavra
haliyle peşlerinden gelmiş ki gözleri kara kara parlamaktaymış. Kucağında da
kim bilir hangi ecinni padişahından olma, ters ayaklı, aksakallı, çığlık atar
bebesi, göğüslerinden akan kara kanla onu emzire emzire düşe kalka peşlerine
düşmüş. Her yerde onu görmeye başlamış köy ahalisi.
Abbas
hikayesini her bitirişinde o mezara girenlerden birinin de kendisi olduğunu
söylerdi. Dediğine göre o kral kızının canlı cenazesi yıllardır peşindeymiş.
Her dolunaylı gecede, hapishanenin öte yakasından bakıldığında görünen incir
ağacına gelir, kucağında ecinniden olma ters ayaklı sakallı bebesini emzirerek
dolanır, gözlerini de rüyalarının en derininde bulunan Abbas’ın ruhuna
dikermiş. O yıllarda hapishanen ahalisinden bazısı, hikayenin etkisinde
kaldıklarından mı yoksa öte alemleri görebildiklerinden mi bilinmez o incir
ağacının altında dolunayda dolaşan kral kızını gerçekten gördüklerini iddia
etmişlerdir. Cesaretim el vermediğinden gündüz dahi o tarafa hiç bakmamışımdır
vesselam.
SON
Mehmet Berk YALTIRIK 30 Ocak 2012 –
İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder