25 Temmuz 2014 Cuma

Kral Kızı Gömüsü

(Kralkızı Gömüsü, Siyah-Aylık Öykü Dergisi, 3. Tanıtım Sayısı, Ekim 2013, s. 4-8)

Zamanın ve memleketin birinde, Sultan Reşad devrinde, seferberliğin sonlarına doğru hali vakti yerinde bir köyde türediği rivayet edilen musibetten bahsedilir. Köy kahvelerinde, ihtiyar odalarında, misafir evlerinde, hanlarda, bekar odalarında anlatılan, soğuk kış gecelerin yaşı yetenlerin yaşandığına yeminler edip insanın boğazını düğümleyen, betini benzini solduran o olaydan sağ kurtulan delileri gördüklerini söyleyenler sayısızdır. Hakikaten de bir dönem koca bir köyün ahalisinin yaşadıkları yüzünden hep birden akıllarını yitirdiklerini, başta İstanbul Toptaşı’ndaki olmak üzere çeşitli bimarhanelere veya zindanların en dip kuytularına kapatıldıklarını yine yaşı yetişenler söylerler ki yaşı o vakitler aklı erer olup bugüne dek gelenlerinde anlattıkları vakidir.

            Ben vakt-i zamanında Sinop zindanına düştüğümde, orada bu şekilde tutulan ve zindanın hademeliğini yapan Deli Abbas’tan bu hikayeyi dinlemiştim. Kendi deyimiyle, kendi döneminde Memalik-i Osmaniye’nin dört bir yanına dağıtılan o deli köylülerden biri olduğunu söylemişti.  Kendisinin deli olmadığı halde lakabının deli olması tuhafıma gittiğimden karın tokluğuna bu zindanlarda neden ömür sürdüğünü sorduğumda, cihanın orduları bir araya gelse bu taş duvarların ve demir kapıların ardına çıkmayacağını söyledi. Yüzünde daimi bir korku haliyle dolaşan bu adam, taşıdığı ürkütücü hatıranın ağırlığı altında adeta ezilmekteydi. Ömrünü orada burada temizlik yapıp, sadece ibadetle geçiren bu bedbaht adam, her dolunayın başlangıcında o olayların hatıratına binaen biz fanilerinde ibret alması için etrafına topladığı zindan ahalisine bu hikayeyi anlatırdı. Öyle bir anlatış tarzı vardı, o kadar gerçekçi ve korkutucuydu ki radyo piyeslerini, arkası yarınları geride bırakırdı. Ahali yüz kere bin kere dinlese dahi yine heyecanla oturur dinlerdi.

            Anlatma vakti gelince adı konulmamış bir gelenek gibi deniz tarafındaki koğuşta toplanılır ve ilk orada herkes birbirine tuhaf ve ibretli hadiselerini, anılarını anlatır ardından sedirin baş tarafında oturan Osmanlı’dan beridir müebbetlik mahpus yatan eskinin kanlı eşkıyalarından Faytoncu Osman Ağa’nın öte yanına oturtulan Abbas’ın gelişiyle çayla dağıtılır, bazı zamanlar hapishane müdürünün dahi bu seyirliğe dahil olduğu görülürdü. Abbas hayatının hasılasını anlatmaya başlayınca sesler kesilirdi. Ben de bunlardan birine dahil olmuş ve o meşum olayı tüylerim diken diken olmuş bir halde, tekinsiz ay ışığı altında denizden gelen dalga uğultularını dinleye dinleye öğrenmiştim.

            Anadolu’nun bir yerinde, dağlar eteğinde bir köy. Köyün çoğu seferberlikte, hastalık nedeniyle daha harp yıllarında köye dönebilmiş birkaç kişiden başka kimse yok. En yakın köyler dağların aşrısında, Celali İsyanları döneminden sonra kurulmuş dağ köylerinden biri.

Köyün ahalisinin hali vakti o döneme göre bile yerinde ama açgözlülük herkeste her insanda baki. Köyde bir definecilik hevesi. Tehcirle giden Ermenilerden, savaş zamanı kaçan Türklerden, çetecilerin darmadağın ettiği bir nice kavimden kalma köylere, evlere kiliselere dadanmışlar kazılmadık yer kırılmadık duvar bırakmıyorlar. Öyle ya harp zamanı diye millet gömüsünü saklayıp dört bir yana savuşmada. Herkes bir söylenti duyuyor, kimi bir Ermeni papazının giderayak kendisine emanet ettiği haritadan, kimi giriştiği müsademelerden birinde can vermiş kanlı bir eşkıyanın giderayak söylediği saklı ganimetlerinden bahsediyor. Herkes alıcı kuş kesilmiş, evleri avluları delik deşik ediyor. Ahalinin elinde kazma, kürek, belinde ip eksik değil. Türlü tuhaf şeyler vukubulmakta.

İşte bu günlerden birinde bu köyde bu sefer bir başka rivayet dolaşmaya başlıyor. Seferberliğin sonlarına doğru cepheden kaçıp gelmiş delikanlılardan birisi. Asker kaçaklarının o devirde cezası ağır, kaçaklar düzde gezemez hepsi dağda. Bu böyle köye gelip yaşamaya başlayınca ve şüpheli halleri de görülünce köydekilerde şüphelenmişler haliyle. Bir gün boğma rakıyla bağ şarabı buldurmuşlar bir yerden bir ziyafet tertiplemişler, o sırada alkolün tesiriyle o delikanlı başlamış konuşmaya. Suriye cephesinde, bir Alman binbaşı varmış. Elinde sürüyle kitap, harita, defter, yazısı şekli bilinmeyen sırlı esrarlı bilgiler bulunan bu binbaşı bir gün bu delikanlıyı çağırtıp “Sen filanca köyden misin?” diye sormuş. Delikanlı köyünün adını duyunca şaşırıp Alman binbaşıya “Evet ben filanca köydenim” demiş. Gavur kırk yıllık Müslüman gibi Türki lisanda konuşurmuş. Bu binbaşı tarihi eserler felan bulmak gayesiyle Anadolu’nun bir çok yerine gelip kazılar yapmış, gömüler, defineler bulmuşmuş. Delikanlıya köye yıllar önce geldiğini söylemiş, bir yazıtta bir çok defineyle ve cariyeleriyle birlikte gömülen bir prensesin hikayesini okuduğunu böylece bugün bile hala o prenses mezarının yerini koruyan insanların olduğu bir yere geldiğini söylemiş. Ama oradaki ahali kendi atalarının mezarı olduğuna inandıklarından bu binbaşıyı köye sokmamışlar.

Bunu anlatınca oradaki köylülerin her birisi meseleye uyanmış. Kendi köylerinin yukarısında, ahaliden kopuk yaşayan Kralkızı köyü değil miymiş bu köy? Ahalinin cemaati ne rum ne ermeni, sadece türbesini bekledikleri Kral Kızı’na inanan türlü çeşit inanışlardan artık unutulmuş kadim bir itikada mensup bir avuç insan hala da yaşarlarmış köyde çok azı. O köydeki kalıntılar ki Rum padişahlığından dahi eskiymiş. Altınları almak için birkaç kişi oraya gitmek üzere kararlaştırmışlar. Altın hırsının ve içkinin de verdiği cesaretle kalleş bir plan yapmışlar. Silahlanıp pusatlanıp kazmalarını küreklerini alıp Kralkızı köyüne yollanmışlar. Kendi içine kapalı olduğundan hiçbir ahalisini tanımadıkları o köyün yolunu takip etmişler. Etrafa saçılmış dikenli çalıları, bilinmeyen zamanlardan kalma harabeleri ve sütun başlıklarını geride bırakmışlar. Taş duvarlı evlerden oluşma bir köye gelmişler, biraz uzağında mağara ağzına benzeyen ama toprağın altına doğu giden bir mermer yapının üst kısmını da andıran tuhaf, mermer bir binadan ibaretmiş. Yakınına vardıkça üstündeki kabartmalar, resimler, eli silahlı insan resimleri, canavar resimleri seçiliyormuş. Biraz daha yaklaşınca insan başlı ya da hayvan vücutlu ejderha resimleri çekilmekteymiş ki günlük güneşlik havada bile bir insanın tüylerini diken diken edip ecel rüzgarını ensesinde hissettirebilirmiş. Köyün evlerine yakın durdukları itibaren hepsinin boş olduğunu görmüşler. Ne kapısı ne pencereleri yerinde duran boş, taş evlermiş. Yıllarca bu köyü bilirlermiş ama hiç gidip gelen görmemişler ki?  Böylece kendilerine engel olacak kimselerin olmadığından, hemen türbenin yakınına gitmişler. Definecilik töresi gereğince kayaların üstüne işlenmiş giriş işaretlerine ve tuzak işaretlerine bakınıp dört bir yanını kurcalamışlar. Çevredeki kalıntıların verdiği korku hissiyle üzerlerinde rakının ve şarabın verdiği çakırkeyf halden eser yokmuş. Mezarın kapısını saklayan örme taşlı duvarı kazmayla kürekle yerle yeksan edip meşalelerle girmişler içeriye. Tavandan örümcek ağlarının sarktığı tozlu ve küf kokulu yeraltı dehlizlerine uzanan bir mağara ağzıyla karşılaşıp yollarına devam etmişler. Ayaklarının altında kadimden kalma insan iskeletlerinin çıtırdadığı, gözleri çoktan asırlara karışmış boş kurukafa gözlerinin gelenleri seyrettiği, ismini cismi bilmediği acayip ve tuhaf bir sürü mahlûkatın sürüne sürüne gölgelere karıştığı o dehliz bir ara aşırı şekilde dikleşmiş. İçlerinden birisi insan iskeletlerini göstererek kurban niyetine putperest padişahının canlarına kıydırdığı insanlara ait olduğunu söyleyip hazinenin tılsımla bağlanabileceğini söylemiş. Ağızlarında türlü dualar yolun iki ayrı yola ve örülü kapıya ayrıldığını görmüşler. Üstlerinde hiçbir işaret olmayan kapının hangisini açacaklarını ilk kestirememişler.

Neyden sonra sağ taraftaki kapıyı seçip kazmayla kürekle kapıyı açmışlar. Burası bir başka dehlize açılmaktaymış ki dibinden yüzlerine bir serinlik gelmekteymiş. Bu dehlize indiklerinde gördükleri şey karşısında akılları çıkmış. Kocaman mermerden bir havuz ki suyu kurumuş, içinde cümle balığın mahlukatın kemikleri var, bir nice çeşit canavarın ölüsünün yanına çeşitli kapkacaklar, incik boncuklar bırakılmış. Havuzun en ortasında ise bir heykel durmaktaymış ki hiçbir anlam veremedikleri, kanatlı, şiş göbekli, birden fazla hortumu suratından sarkan fil suretli bir canavar heykeliymiş. Kafirin putunu kırmaya niyet etmişler ama tılsımı vardır diye dokunmaya korkmuşlar. Dehlizden çıkıp bu sefer sol taraftaki kapıyı delmeye başlamışlar. Kapıdan su sızmaya başlayınca durmuşlar, su tuzağı zannederek. Lakin o su ayaklarının altından akmış gitmiş. Adamlardan biri suyun tadına bakmış: “Vallahi de billahi de bu insan gözyaşı!” demişmiş. O duvarı açtıklarında bir başka duvarla karşılaşmışlar. Onu da deler delmez bembeyaz bir su akıp gitmiş ayaklarının altından. Yine içlerinden biri tadına bakmış: “Vallahi de billahi de bu insana aittir!” demişmiş. Arkasındaki duvarı deldiklerinde bu sefer oluk oluk kan boşaldığını görmüşler duvardaki delikten. Son duvarı delince bir başka dehlize denk gelmişler. Bir dehlizki duvar dibinde koca yağ küpleri boyunda bir küp ve içinde çeşit çeşit altınlar, gümüşler, takılar…

Ama meşalelerinin ışığında bir başka şey görmüşler. Büyük, geniş, ak mermerden bir kaya ki üstüne eciş bücüş mahlukatın suretli nakşedilmişmiş. Üstünde insana ait olduklarını sandıkları iki mumya yatmaktaymış. Birisi bir kadına aitmiş ki başındaki tacın altında uzun siyah saçları varmış, gözlerinde kapkara boşluklar varmış. Onun yanında da bebek kadar ufak, sakallı ve ters ayaklı bir varlığa ait bir başka mumya varmış, onunda simsiyah göz boşlukları varmış.

Ne olduysa altına el sürmelerinden sonra olmuş. Yer gök sarsılmış, yıldırımlar çakmış, dağ tepelerinden korkunç kasırgalar esmiş. Kabirden insan dışı çığlıklar atarak dışarıya uğramış bir avuç define avcısı. Köylerine kadar yuvarlana yuvarlana gitmişler, köy de onlarla birlikte helak olmuş delirmiş. Neden mi kaçmışlar? Demelerine göre kabirdeki kral kızı cana gelmiş. O kadavra haliyle peşlerinden gelmiş ki gözleri kara kara parlamaktaymış. Kucağında da kim bilir hangi ecinni padişahından olma, ters ayaklı, aksakallı, çığlık atar bebesi, göğüslerinden akan kara kanla onu emzire emzire düşe kalka peşlerine düşmüş. Her yerde onu görmeye başlamış köy ahalisi.

Abbas hikayesini her bitirişinde o mezara girenlerden birinin de kendisi olduğunu söylerdi. Dediğine göre o kral kızının canlı cenazesi yıllardır peşindeymiş. Her dolunaylı gecede, hapishanenin öte yakasından bakıldığında görünen incir ağacına gelir, kucağında ecinniden olma ters ayaklı sakallı bebesini emzirerek dolanır, gözlerini de rüyalarının en derininde bulunan Abbas’ın ruhuna dikermiş. O yıllarda hapishanen ahalisinden bazısı, hikayenin etkisinde kaldıklarından mı yoksa öte alemleri görebildiklerinden mi bilinmez o incir ağacının altında dolunayda dolaşan kral kızını gerçekten gördüklerini iddia etmişlerdir. Cesaretim el vermediğinden gündüz dahi o tarafa hiç bakmamışımdır vesselam.

SON
Mehmet Berk YALTIRIK                                                              30 Ocak 2012 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder