(Arabacı’nın
Torunu, Siyah-Aylık Öykü Dergisi, 1. Sayı (Tanıtım Sayısı), Temmuz 2013, s. 3-4)
Arabacı Sabri Aga’nın torununun neden hilkat
garibesi olarak doğduğuna dair türlü çeşit rivayet anlatılır. Kimse de Ebe
Hati’nin anlattığı, eli ayağı ters dönmüş, koca kafalı, koca gözlü, hayvan
misali kıllı kıllı acayip bebenin haricinde pek bir şey bilmez. Kimi gelininin
ıssızda fazla eyleşmesine yahut destursuz eşik geçmesine bağlar, kimi edepsiz
kimseler de iyi saatte olsunlar’dan birinin sevdiğidir, onun musallatından
doğmuştur o ucube diye söyler…
Arabacı Sabri Aga, kendisi gibi at ve talika sahibi
birkaç arabacı ile birlikte, Oduncu Mestan Ağa’ya çalışır, üç kuruş paraya
ormana taşıdıkları amelelerin sırtından, devletten kaçak kestikleri odunları
taşıyarak rızkını çıkarırdı. Torununun doğacağı gün yine her zaman olduğu gibi
köyünden yarım günlük yol mesafesinde, dağların koynuna dipsiz ormanlara balta
vurmaya ameleler taşımıştı. Gün akşam olmadan, ormancıların yağlı kurşunlarına
yahut canavarların, ayıların pençelerine gelmediklerine şükreden odunları
Mestan Ağa’nın çiftliğine taşıdıktan sonra, o günkü yevmiyesini alıp amelelerle
birlikte yine köyünün yolunu tutmuştu.
Hava kararıp rüzgâr uğuldamaya, kurt ulumaları
dağların yücelerinde çınlamaya başladığında, ameleler birer birer köylerine
dağılmaya başladığında Arabacı Sabri’yi de bir korku almıştı. Öyle ya o
devirlerde Balkan dağlarında, ormanlarında elini kollunu sallayarak gezinen
eşkıyanın, haydudun, haydamakın, voyvodanın haddi hesabı yoktu. Şansına kendi
köyünden gelme amelelerden biri olan Arnavut Halil vardı yanında, kan davasına
iki cinayeti olan, nişancılıkta mahir bir kimseydi. “Kurdu basmaya kurt gibi
köpek gerek” deyişi misali, önlerini kesecek haydudun şayet kalabalık
değillerse iflahını keserdi. Arnavut Halil tüfeğini hazır tutup talikanın
üzerinde kestirmekteyken, son ameleyi de bir yol sapağında bırakan Sabri, kendi
köyüne giden dağların kıyısındaki ormanlardan geçen tekinsiz yolu tutmuştu.
Gündüz gözüyle gezdiği, balta vurduğu ormanlara gece
gözüyle görmeye bir türlü alışkın değildi. Balkan dağlarında eşkıyadan daha
korkutucu şeylerin var olduğu söylenirdi. Kabirlerinden uğrama upirlerin, ıssız
köyleri değirmenleri yurt tutmuş cinlerin, ormanların ıssızında düğün eden
perilerin, kaçırdıkları çocukları dişleyen cadıların, bin türlü ecinni ve
hortlağın hikâyesi anlatılırdı. Sabri Aga, birbiri ardı sıra dualar okumasına,
yanında tüfekli bir Arnavut bulunmasına karşın bu cin peri taifesinden oldu
olası tırsardı ki ayakları elleri ters dönmüş, gözleri kedi misali parlayan
acaibelerden birisine denk gelmemek için hayvanlarını hırsla kamçılardı ki
karanlık ormandan tez çıkabilsin. Ormanın kör karanlığına gözü alışmasın,
korkulu bir mahluk görmesin diye gözlerini genelde kapalı tutar, nefes bile
almadan biran önce ormandan çıkmak isterdi. Gerçi o güne değin hayvan yahut eşkıya
bir nice karaltı görmüş olmasına rağmen hayalinde canlanan heyulalara,
hortlaklara denk gelmemişti ancak yine de gözlerini açmaya cesaret edemezdi.
Üstelik ay ışığı belli yerlerde dallardan sızıp ortalığı aydınlattığından, ters
bir şeyler görürüm korkusuyla rahatlayacağı yerde daha da endişe duyuyordu.
O gece yine gözlerini yumarak, arada atlar yoldan
sapmasın diye yarım açarak dualarla korkuyla yoluna devam eden Arabacı Sabri,
yolda dikilmekte olan bir karaltı gördüğünde gayri ihtiyari o yana bakmıştı.
İlk gördüğünde ağaç zannetmişti ancak yol ortasında böylesine bir ağaç olsa
gündüz görmez miydi? Talika yaklaştıkça dikilmekte olan şeyin kolları ve
ayaklarını seçmeye başlayınca yolunu kaybetmiş bir yolcu olduğuna hükmetti.
Normal bir insana göre fazlaca uzun sayılırdı, önceden böyle birini hiç bu
civarda görmemişti demek ki buralara yabancıydı.
Talikayı karaltının önünde durdurduğunda duranın
şeklini şemalini hala seçememişti. Karaltı boğuk bir sesle konuşmuştu: “Eşkıya değilim korkmayın. Size bir zararım
dokunmaz. Yolumu kaybettim, ormandan çıkana kadar beni de yanınıza alın.” Konuşması
Rumelililerin aksanına da pek benzemiyordu. Arabacı Sabri hem kendilerine
yarenlik eder diye hem de bu uğursuz ormanda tek başına bırakmamak için adama
arabaya binebileceğini söylemişti. Adam arabaya yaklaşınca dallardan sızan
ayışığı altına denk geldiğinde siluetini görebilmişti. Kolları ve ayakları
normal bir insanın ölçülerine göre hayli uzundu ancak mahzun duruşlu, kederli
bir yüzü vardı. Atlar huzursuz gibiydi ancak her nedense ortalığı ayağa
kaldırmıyorlar, durdukları yerde eşiniyorlardı. Adam arabaya bindiğinde
talikanın ağırlıktan gacır gucur sesler çıkaracağını bekleyen Sabri, adamın kuş
tüyü misali arabaya konduğunu ve sanki yokmuşçasına arabada hiçbir ağırlık
emaresinin olmadığını görerek şaşırmıştı. “Elbiselerinden
olsa gerek…” diye düşünerek yola devam etmişti. Arnavut Halil de bineni
görmüştü ancak ne olur ne olmaz diye varlığını belli etmemek için hiç istifini
bozmamıştı çünkü varlığın görünüşünden ötürü pek bir şüphelenmişti.
Memleketinin ahalisi arasındaki binbir çeşit batıl inanışın etkilerinden o da
herkes kadar nasibini almıştı.
Ormandan henüz çıkmadan, aralarında konuşmaya
başlamışlardı. “Anacığım elimden tuttu, kardeşimle beni bu yanda düğüne
getirdi. Kızlar oyun ettiler, peşlerine düştüm kayboldum. Orman ahalisini de
tanımam etmem, size rastladım…” Bir anda Arnavut Halil yattığı yerden doğrulup
bağırmıştı: “Abe ne konuşturursun? Hala
anlamadın mı? Bu civarda köy mü vardır? Cinlerden perilerden başkası düğün
alayı mı kurar bu yanda bu vakitte?” Arabacı Halil, ne olduğunu anlayamadan
bir Halil’e bir adama dönüp bakmıştı. Adam yalvaran gözlerle bakıp bebek sesi
çıkararak ağlamaya başlamıştı: “Umacı
anam arar beni! Kanlı çuvala katar beni! Kardeşim çığırır beni! Peri kızlarının
oyununa geldim, cinlerin alayından ayrı düştüm. Size bir kötülüğüm dokunmaz, ne
olur beni kovmayın!”
Arabacı, ecinnini mi insan mı olduğu belirsiz mahlûkun
yüzüne karşı dua okumaya başlayınca atlar çıldırmış, talika sanki görünmez
eller tarafından tutulup sarsılmaya başlamıştı. Tuhaf mahlûk arabadan atlayıp
ormana doğru koşturmaya başlayınca Halil, sırtını dönmüş kaçmakta olan birini
–korkutucu bir ecinni olsa da– vurmayı erkekliğine yediremediğinden dua
okumakla yetinmişti. Ancak Arabacı Sabri, korkudan öyle bir haldeydi ki
kendisine bir fenalık geleceği düşüncesiyle Halil’in elinden tüfeği kaptığı
gibi mahlûka doğrultmuştu. Halil’in “Ecinni
de olsa günahtır! Aman dilemiştir!” demesine bakmadan besmele çekip silahı
ateşlemişti.
Duayla atılmış kurşunun tesiriyle yeri göğü inleten
bir böğürtü kopartan ecinninin sesine atlar çıldırmış, Halil ile Sabri talikayı
zor zapt eder olmuştu. Ecinninin böğürtüsünün kesildiği sıra dağlardan daha
korkunç bir başka böğürtü işitmişlerdi. Ay ışığının ortalığı gündüz gibi
aydınlattığı, ağaçların seyrekleştiği bir açıklığa denk geldiklerinde sallana
sallana dağlardan inen, bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir heyulayı
gördüklerinde, korkudan hem Sabri’nin hem Halil’in nutku tutulmuştu. Yelken
misali açılmış koca kulaklarını sallaya sallaya, asırlık çınar boyunda, burnu
direk gibi, çenesi çarpık, çukur gözlü, tel tel olmuş saçlı bir umacının
ağaçları sallaya sallaya hızlı adımlarla dağdan aşağıya indiğini görmüşlerdi. Umacının
kucağında kütüğe benzer, çirkin bir sesle “Ağamı
vurdular anam! Ağamı vurdular!” diye bağıran kütük suretli ecinni
yavrusuyla birlikte bağıra çağıra, yeri göğü sarsarak hızlı hızlı yürüdüğünü
gören Arabacı Sabri, güç bela kendini toplayarak atların dizginlerine asılarak
meşin kamçıyı acımasızca şaklatmış,
talikayı orman patikasında tutmaya çalışarak umacıdan ve ecinni
evlatlarından çaresizce kaçmaya çalışmıştı. Arnavut Halil de arabaya sıkı
sıkıya yapışmış, kah dua okumuş kah kendi dilinde sövgüler yağdırmıştı.
Talika ormanın çıkışına varmadan umacının korkunç
böğürtüsü tüm ormanı doldurmuştu: “Talikacı!
Talikacı! Sen benim oğluma kıydın ben de senin torununa kıyacağım! Sen duayla
elimden kurtulursun ama gelinin yalnızdır!” Arabacı bu sözü işitince
korkusu daha da büyümüş, hayvanları kamçılamayı sürdürerek bu kez ormandan
çıkmak için değil evine dönmek için acele etmeye başlamıştı. Zaman sanki
durmuş, akmaz olmuştu da Sabri Aga arabasını ormandan bir türlü çıkaramamıştı.
Ağaçlar seyrelip patika düzelir gibi olunca kısa
sürede bir yedi yol ağzına varmış, köyüne yaklaşmıştı. Talikacı evine
vardığında Arnavut Halil daha talika durmadan tüfeğiyle atlamış, “Selametle bre!” diyerek korku
içerisinde evinin yolunu tutmuştu. Atların toynaklarının taşlarda çıkardığı ses
avluda yankılanınca evin kapısı açılmış, oğlu avluya çıkmıştı. Sabri arabadan
atlar atlamaz oğluna “Gelinim kötü
müdür?” diye sorunca, oğlu şaşırarak: “Nasıl
haberin oldu?” diye karşılık vermişti. Arabacının yüzü kederden iki karış
olmuş, zar zor gelinine ne olduğunu sormuştu. “Biz içeride otururduk, birden çığlık sesleri geldi. Olduğu yerde
acıdan çırpınıyor, Ebe Hati’yi getirmeye öbür talikanın yanına indim.
Tekerlekler oynamadı, sanki birileri tutmuş bırakmıyor gibiydi. Ata bineyim
öyle varayım dedim atlar ahırdan çıkmadı, korkar gibi beklediler. Koşa koşa
köyün öbür ucundan Ebe Hati’yi getirdim, Hati kapıyı besmeleyle açınca
Fatıma’nın üzerine eğilmiş gölge gibi kara kara bir mahluk gördük. Fatımam kana
bulanmıştı, deli gibi çırpınıyordu. Hati bağıra bağıra İhlas Suresi’ni okuyunca
cama doğru gidip kayboldu. Hati Fatıma’yı yokladı “Fatıman yaşar, bebende bir fenalık
yoktur inşallah” dedi, kadınlarla odaya kapandılar haber beklerim bre!”
Tam o sırada evden böğürtüyle çığlık arasında acayip
bir ağlama sesi işitilince korkuyla eve girmişlerdi. Evin kadınlarının hayret
sesleri, “tövbe”leri, “selamünkavlen”leri arasında kapının önünde kala
kalmışlardı. Fatıma’nın doğurduğu kıllı kıllı, kara suretli hilkat garibesini
Sabri Aga’nın oğlunun eline tutuşturmuşlar, Ebe Hati kendine gelir gelmez:
“Ecinniler bazı kızanları, kızçeleri değiştirir yerine kendi yavrusunu bırakır
derler. Bu ne fena ecinni imiş ki ana karnında kızanları değiştirmiş, almış
senin kızanı, bırakmış yerine bu acaibi!” diyerek savuşup gitmişti. Arabacı Sabri,
kanlar içinde kımıldanan, korkunç siyah gözlerini dikerek: “Ağamı vurdunuz
katiller!” diye söylenen ecinniden kurtulmak için oğlunu da yanına alıp köyün
uzakça bir yerine gitmişti. Ecinni yavrusunun: “Dede! Katil dede! Beni ne
gömersin katil dede!” diyen çirkin sesine katlanarak derince bir mezar kazıp
onu diri diri toprağın altına gömmüşler, ecinninin bahsinin geçmesini dahi
kendi aralarında kavilleşerek yasaklamışlardı.
Ancak ecinni bebeğin hikâyesi dilden dile, köyden
köye yayılmıştı bir kere. Herkes o acayip görünüşlü bebeğin hikâyesini sual
etmiş, paşa konaklarından köy kahvelerine hikâye edilir olmuştu. Kimileri o
ecinni bebesinin topraktan bir şekilde kurtulup, dağ yollarında, ormanlarda
ahalinin gözüne göründüğünü, umacı anasını aradığını söylerler…
SON
Mehmet
Berk YALTIRIK
26
Haziran 2013 – İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder