25 Temmuz 2014 Cuma

Arabacı'nın Torunu

(Arabacı’nın Torunu, Siyah-Aylık Öykü Dergisi, 1. Sayı (Tanıtım Sayısı), Temmuz 2013, s. 3-4)

Arabacı Sabri Aga’nın torununun neden hilkat garibesi olarak doğduğuna dair türlü çeşit rivayet anlatılır. Kimse de Ebe Hati’nin anlattığı, eli ayağı ters dönmüş, koca kafalı, koca gözlü, hayvan misali kıllı kıllı acayip bebenin haricinde pek bir şey bilmez. Kimi gelininin ıssızda fazla eyleşmesine yahut destursuz eşik geçmesine bağlar, kimi edepsiz kimseler de iyi saatte olsunlar’dan birinin sevdiğidir, onun musallatından doğmuştur o ucube diye söyler…

Arabacı Sabri Aga, kendisi gibi at ve talika sahibi birkaç arabacı ile birlikte, Oduncu Mestan Ağa’ya çalışır, üç kuruş paraya ormana taşıdıkları amelelerin sırtından, devletten kaçak kestikleri odunları taşıyarak rızkını çıkarırdı. Torununun doğacağı gün yine her zaman olduğu gibi köyünden yarım günlük yol mesafesinde, dağların koynuna dipsiz ormanlara balta vurmaya ameleler taşımıştı. Gün akşam olmadan, ormancıların yağlı kurşunlarına yahut canavarların, ayıların pençelerine gelmediklerine şükreden odunları Mestan Ağa’nın çiftliğine taşıdıktan sonra, o günkü yevmiyesini alıp amelelerle birlikte yine köyünün yolunu tutmuştu.

Hava kararıp rüzgâr uğuldamaya, kurt ulumaları dağların yücelerinde çınlamaya başladığında, ameleler birer birer köylerine dağılmaya başladığında Arabacı Sabri’yi de bir korku almıştı. Öyle ya o devirlerde Balkan dağlarında, ormanlarında elini kollunu sallayarak gezinen eşkıyanın, haydudun, haydamakın, voyvodanın haddi hesabı yoktu. Şansına kendi köyünden gelme amelelerden biri olan Arnavut Halil vardı yanında, kan davasına iki cinayeti olan, nişancılıkta mahir bir kimseydi. “Kurdu basmaya kurt gibi köpek gerek” deyişi misali, önlerini kesecek haydudun şayet kalabalık değillerse iflahını keserdi. Arnavut Halil tüfeğini hazır tutup talikanın üzerinde kestirmekteyken, son ameleyi de bir yol sapağında bırakan Sabri, kendi köyüne giden dağların kıyısındaki ormanlardan geçen tekinsiz yolu tutmuştu.

Gündüz gözüyle gezdiği, balta vurduğu ormanlara gece gözüyle görmeye bir türlü alışkın değildi. Balkan dağlarında eşkıyadan daha korkutucu şeylerin var olduğu söylenirdi. Kabirlerinden uğrama upirlerin, ıssız köyleri değirmenleri yurt tutmuş cinlerin, ormanların ıssızında düğün eden perilerin, kaçırdıkları çocukları dişleyen cadıların, bin türlü ecinni ve hortlağın hikâyesi anlatılırdı. Sabri Aga, birbiri ardı sıra dualar okumasına, yanında tüfekli bir Arnavut bulunmasına karşın bu cin peri taifesinden oldu olası tırsardı ki ayakları elleri ters dönmüş, gözleri kedi misali parlayan acaibelerden birisine denk gelmemek için hayvanlarını hırsla kamçılardı ki karanlık ormandan tez çıkabilsin. Ormanın kör karanlığına gözü alışmasın, korkulu bir mahluk görmesin diye gözlerini genelde kapalı tutar, nefes bile almadan biran önce ormandan çıkmak isterdi. Gerçi o güne değin hayvan yahut eşkıya bir nice karaltı görmüş olmasına rağmen hayalinde canlanan heyulalara, hortlaklara denk gelmemişti ancak yine de gözlerini açmaya cesaret edemezdi. Üstelik ay ışığı belli yerlerde dallardan sızıp ortalığı aydınlattığından, ters bir şeyler görürüm korkusuyla rahatlayacağı yerde daha da endişe duyuyordu.

O gece yine gözlerini yumarak, arada atlar yoldan sapmasın diye yarım açarak dualarla korkuyla yoluna devam eden Arabacı Sabri, yolda dikilmekte olan bir karaltı gördüğünde gayri ihtiyari o yana bakmıştı. İlk gördüğünde ağaç zannetmişti ancak yol ortasında böylesine bir ağaç olsa gündüz görmez miydi? Talika yaklaştıkça dikilmekte olan şeyin kolları ve ayaklarını seçmeye başlayınca yolunu kaybetmiş bir yolcu olduğuna hükmetti. Normal bir insana göre fazlaca uzun sayılırdı, önceden böyle birini hiç bu civarda görmemişti demek ki buralara yabancıydı.

Talikayı karaltının önünde durdurduğunda duranın şeklini şemalini hala seçememişti. Karaltı boğuk bir sesle konuşmuştu: “Eşkıya değilim korkmayın. Size bir zararım dokunmaz. Yolumu kaybettim, ormandan çıkana kadar beni de yanınıza alın.” Konuşması Rumelililerin aksanına da pek benzemiyordu. Arabacı Sabri hem kendilerine yarenlik eder diye hem de bu uğursuz ormanda tek başına bırakmamak için adama arabaya binebileceğini söylemişti. Adam arabaya yaklaşınca dallardan sızan ayışığı altına denk geldiğinde siluetini görebilmişti. Kolları ve ayakları normal bir insanın ölçülerine göre hayli uzundu ancak mahzun duruşlu, kederli bir yüzü vardı. Atlar huzursuz gibiydi ancak her nedense ortalığı ayağa kaldırmıyorlar, durdukları yerde eşiniyorlardı. Adam arabaya bindiğinde talikanın ağırlıktan gacır gucur sesler çıkaracağını bekleyen Sabri, adamın kuş tüyü misali arabaya konduğunu ve sanki yokmuşçasına arabada hiçbir ağırlık emaresinin olmadığını görerek şaşırmıştı. “Elbiselerinden olsa gerek…” diye düşünerek yola devam etmişti. Arnavut Halil de bineni görmüştü ancak ne olur ne olmaz diye varlığını belli etmemek için hiç istifini bozmamıştı çünkü varlığın görünüşünden ötürü pek bir şüphelenmişti. Memleketinin ahalisi arasındaki binbir çeşit batıl inanışın etkilerinden o da herkes kadar nasibini almıştı.

Ormandan henüz çıkmadan, aralarında konuşmaya başlamışlardı. “Anacığım elimden tuttu, kardeşimle beni bu yanda düğüne getirdi. Kızlar oyun ettiler, peşlerine düştüm kayboldum. Orman ahalisini de tanımam etmem, size rastladım…” Bir anda Arnavut Halil yattığı yerden doğrulup bağırmıştı: “Abe ne konuşturursun? Hala anlamadın mı? Bu civarda köy mü vardır? Cinlerden perilerden başkası düğün alayı mı kurar bu yanda bu vakitte?” Arabacı Halil, ne olduğunu anlayamadan bir Halil’e bir adama dönüp bakmıştı. Adam yalvaran gözlerle bakıp bebek sesi çıkararak ağlamaya başlamıştı: “Umacı anam arar beni! Kanlı çuvala katar beni! Kardeşim çığırır beni! Peri kızlarının oyununa geldim, cinlerin alayından ayrı düştüm. Size bir kötülüğüm dokunmaz, ne olur beni kovmayın!”

Arabacı, ecinnini mi insan mı olduğu belirsiz mahlûkun yüzüne karşı dua okumaya başlayınca atlar çıldırmış, talika sanki görünmez eller tarafından tutulup sarsılmaya başlamıştı. Tuhaf mahlûk arabadan atlayıp ormana doğru koşturmaya başlayınca Halil, sırtını dönmüş kaçmakta olan birini –korkutucu bir ecinni olsa da– vurmayı erkekliğine yediremediğinden dua okumakla yetinmişti. Ancak Arabacı Sabri, korkudan öyle bir haldeydi ki kendisine bir fenalık geleceği düşüncesiyle Halil’in elinden tüfeği kaptığı gibi mahlûka doğrultmuştu. Halil’in “Ecinni de olsa günahtır! Aman dilemiştir!” demesine bakmadan besmele çekip silahı ateşlemişti.

Duayla atılmış kurşunun tesiriyle yeri göğü inleten bir böğürtü kopartan ecinninin sesine atlar çıldırmış, Halil ile Sabri talikayı zor zapt eder olmuştu. Ecinninin böğürtüsünün kesildiği sıra dağlardan daha korkunç bir başka böğürtü işitmişlerdi. Ay ışığının ortalığı gündüz gibi aydınlattığı, ağaçların seyrekleştiği bir açıklığa denk geldiklerinde sallana sallana dağlardan inen, bir dudağı yerde bir dudağı gökte bir heyulayı gördüklerinde, korkudan hem Sabri’nin hem Halil’in nutku tutulmuştu. Yelken misali açılmış koca kulaklarını sallaya sallaya, asırlık çınar boyunda, burnu direk gibi, çenesi çarpık, çukur gözlü, tel tel olmuş saçlı bir umacının ağaçları sallaya sallaya hızlı adımlarla dağdan aşağıya indiğini görmüşlerdi. Umacının kucağında kütüğe benzer, çirkin bir sesle “Ağamı vurdular anam! Ağamı vurdular!” diye bağıran kütük suretli ecinni yavrusuyla birlikte bağıra çağıra, yeri göğü sarsarak hızlı hızlı yürüdüğünü gören Arabacı Sabri, güç bela kendini toplayarak atların dizginlerine asılarak meşin kamçıyı acımasızca şaklatmış,  talikayı orman patikasında tutmaya çalışarak umacıdan ve ecinni evlatlarından çaresizce kaçmaya çalışmıştı. Arnavut Halil de arabaya sıkı sıkıya yapışmış, kah dua okumuş kah kendi dilinde sövgüler yağdırmıştı.

Talika ormanın çıkışına varmadan umacının korkunç böğürtüsü tüm ormanı doldurmuştu: “Talikacı! Talikacı! Sen benim oğluma kıydın ben de senin torununa kıyacağım! Sen duayla elimden kurtulursun ama gelinin yalnızdır!” Arabacı bu sözü işitince korkusu daha da büyümüş, hayvanları kamçılamayı sürdürerek bu kez ormandan çıkmak için değil evine dönmek için acele etmeye başlamıştı. Zaman sanki durmuş, akmaz olmuştu da Sabri Aga arabasını ormandan bir türlü çıkaramamıştı.

Ağaçlar seyrelip patika düzelir gibi olunca kısa sürede bir yedi yol ağzına varmış, köyüne yaklaşmıştı. Talikacı evine vardığında Arnavut Halil daha talika durmadan tüfeğiyle atlamış, “Selametle bre!” diyerek korku içerisinde evinin yolunu tutmuştu. Atların toynaklarının taşlarda çıkardığı ses avluda yankılanınca evin kapısı açılmış, oğlu avluya çıkmıştı. Sabri arabadan atlar atlamaz oğluna “Gelinim kötü müdür?” diye sorunca, oğlu şaşırarak: “Nasıl haberin oldu?” diye karşılık vermişti. Arabacının yüzü kederden iki karış olmuş, zar zor gelinine ne olduğunu sormuştu. “Biz içeride otururduk, birden çığlık sesleri geldi. Olduğu yerde acıdan çırpınıyor, Ebe Hati’yi getirmeye öbür talikanın yanına indim. Tekerlekler oynamadı, sanki birileri tutmuş bırakmıyor gibiydi. Ata bineyim öyle varayım dedim atlar ahırdan çıkmadı, korkar gibi beklediler. Koşa koşa köyün öbür ucundan Ebe Hati’yi getirdim, Hati kapıyı besmeleyle açınca Fatıma’nın üzerine eğilmiş gölge gibi kara kara bir mahluk gördük. Fatımam kana bulanmıştı, deli gibi çırpınıyordu. Hati bağıra bağıra İhlas Suresi’ni okuyunca cama doğru gidip kayboldu. Hati Fatıma’yı yokladı “Fatıman yaşar, bebende bir fenalık yoktur inşallah” dedi, kadınlarla odaya kapandılar haber beklerim bre!”

Tam o sırada evden böğürtüyle çığlık arasında acayip bir ağlama sesi işitilince korkuyla eve girmişlerdi. Evin kadınlarının hayret sesleri, “tövbe”leri, “selamünkavlen”leri arasında kapının önünde kala kalmışlardı. Fatıma’nın doğurduğu kıllı kıllı, kara suretli hilkat garibesini Sabri Aga’nın oğlunun eline tutuşturmuşlar, Ebe Hati kendine gelir gelmez: “Ecinniler bazı kızanları, kızçeleri değiştirir yerine kendi yavrusunu bırakır derler. Bu ne fena ecinni imiş ki ana karnında kızanları değiştirmiş, almış senin kızanı, bırakmış yerine bu acaibi!” diyerek savuşup gitmişti. Arabacı Sabri, kanlar içinde kımıldanan, korkunç siyah gözlerini dikerek: “Ağamı vurdunuz katiller!” diye söylenen ecinniden kurtulmak için oğlunu da yanına alıp köyün uzakça bir yerine gitmişti. Ecinni yavrusunun: “Dede! Katil dede! Beni ne gömersin katil dede!” diyen çirkin sesine katlanarak derince bir mezar kazıp onu diri diri toprağın altına gömmüşler, ecinninin bahsinin geçmesini dahi kendi aralarında kavilleşerek yasaklamışlardı.

Ancak ecinni bebeğin hikâyesi dilden dile, köyden köye yayılmıştı bir kere. Herkes o acayip görünüşlü bebeğin hikâyesini sual etmiş, paşa konaklarından köy kahvelerine hikâye edilir olmuştu. Kimileri o ecinni bebesinin topraktan bir şekilde kurtulup, dağ yollarında, ormanlarda ahalinin gözüne göründüğünü, umacı anasını aradığını söylerler…

SON
Mehmet Berk YALTIRIK

26 Haziran 2013 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder