6 Haziran 2015 Cumartesi

Müfettişin İstifası

(Daha önceden Hayalhane Fanzin'de yayınlanmıştır)

         Kabul etmediğim bir rüşvet yüzünden mi yoksa siyasi meselelerle alakalı bir lakırdıyı ağzımdan kaçırdığımdan mı meçhul, Devlet-i Aliyye’nin bir ucuna teftişe gönderildim. Teftiş dedimse öyle taltif, ihsan bâbından bir vazifelendirme zannedilmesin, bir nevi sürgün ancak ismine teftiş demişler. Gerçi bana söylemiyor ama bizim Osman’ın yediği bir herze olması da muhtemel. Pek bir sıkıştırdımsa da söylemedi ancak neşeli halinden kendisinin parmağı olduğunu anlamam pek zor olmadı. Zaptiye nazırından emir gelir gelmez benim telaşemi, endişemi görünce sanki inadıma neşelenmişti. “Efendim hüsn-ü kuruntunuz beyhudedir. Bizi ebediyen teşkilattan uzaklaştırmıyorlar ya? Alt tarafı polis müfettişi namı ile bazı şehirlerin, kasabaların zaptiye karakollarını ziyaret edeceğiz. Sonra müfettiş demek ne demek? Gittiğimiz her yerde izzet-i ikramla karşılanmak, ağa sofralarına davet edilmek fena şey midir? Üstüne sadece ziyafet ikram etmezler, beldenin dilberlerinden, aşüftelerinden de sebepleniriz, neşe buluruz sefamızı süreriz! Öyle bir evhamlandınız ki gören de sizi Fizan’a yolluyorlar sanacak? Alt tarafı Rumeli’ne çıkacağız yahu! Burnumuzun dibi!” Bu zevzeğe(!) bakılırsa bizi gören Beyoğlu’nun gazinolarına, şarkılı kumpanyalarına gidiyoruz zanneder. Rumelinin karışık vaziyeti malum, her gün bir nice kanlı haber ta İstanbullara kadar geliyor. Tabii bizim Osman Frenk memleketlerinden gelen muzır neşriyatın, anadan üryan kadın resimlerinin neşredildiği mecmuaların haricinde gazete falan okumadığından siyasi vaziyetten, Rumelindeki komitacılardan, haydutlardan falan bîhaber. O yüzden ben ömrümün son seyahati havasındayım o ise sayfiyeye çıkıp paşa kızlarını gözlemeye heves eden hovarda beyzadelerin havasında! İlkin istifa etmeyi dahi düşündüm can korkusundan lakin “viran olası hanede evlad-u ıyal olmasa” diyerek aklımdan savuşturdum.


            İşte böylece muhasebe kaleminden müfettişlik namına ayrılan harcırahımızı aldıktan sonra bir arabacı ile anlaşmış, iki çekerli bir faytonun tepesinde, iki zaptiye neferi ile Arnavut muhacirlerin aksanıyla konuşan arabacıyla birlikte Rumeli zaptiye müfettişliği sergüzeştim başladı. Edirne’ye sıkıntısız vardık lakin ayrılırken, serkomiserin: “Dağda bayırda fazla eyleşmeyin, hep türlü milletin kumitaları gezer!” demesi bendeki evhamı daha da körükledi. Bizim gamsız Osman’ın türlü milletten çıkardığı yegâne mana, çilingir sofrası düzen aşüftelerle, oyunbaz dilberler! Bir seferinde yol ağzında bir kasabaya indiğimizde uzaktan uzağa atılan silah patırtılarına şahit olduk. Gidip bakmaya niyet bile etmeden köylülerden biri demesin mi: “Aman ilişmegin beyım. Hasım kumitalardır, müsademe ederlar!” Adam öyle bir söylemişti ki zannedersin yağmur gibi, hasat gibi olağan, alelade bir şeyden bahsediyor! Diyeceksiniz ki: “Yahu sen iki mermiye ürkecekse, nasıl zaptiye oldun?” Mazur görünüz, İstanbul’da böyle şeylerle pek karşılaşmadığımızdan korkmam gayet tabii. Biz silah sesini ancak balozlarda, tiyatrolarda işitiriz ki o da hayranı oldukları şarkıcı kadınların yahut kadın sandıkları zennelerin şerefine ateşlenir, adama değmese de mekânların çatısı tavanı delinir. Cinayet vuku bulsa bile en kabadayısı gelir teslim olur en olmadı bir kopuğu, külhanbeyini gönderir o da cinayeti üstlenir. Zaten semt karakollarında rüşvet maaş kadar tabii sayıldığından, semt kabadayısı ile semt komiseri anlaştıktan sonra pek zaptiye vakaları da vuku bulmaz. En azından bize aksettirilmez! Burada ise ölmek, müsademeye kurban gitmek daha tabii! Osman ziyafet sofralarına oturup, kıvrak çengilerin serencamına kapılınca kendinden geçip her şeyi unutuyor. Ama benim aklımdan o silah patırtıları ve katledilmeyi kabullenmiş köylülerin halleri hiç çıkmıyor.

            Seyahatimizin ikinci ayına girdik. Manastır Vilayeti’nden çıktık, Üsküp’e doğru gidiyoruz. O taraftaki zaptiye karakollarını teftiş edeceğiz. Dağların bağrından geçiyoruz, koca koca ormanlardan korulardan birine girip diğerine çıkıyoruz. Arada bir uzaktan uzağa bizi seyreden karaltılara tesadüf ediyoruz. Rumelinin bu dağ köylerinde çoban mıdır komitacı mıdır yaşayanlar dahi zor ayırt eder… Bir kasabaya indik hatta tabiri caizse dağların yücesinde olduğundan çıktık. Köyden hallice ancak dağ yollarının merkezinde bulunduğundan buraya da karakol yapılması münasip görülmüş. Evler kale gibi, çoğu sürü sahibi, zengin kimseler. Kasabanın yukarısında kalan bir tepenin üzerine kurmuşlar karakolu, bir bostanı, bostandan bozma bir mezarlığı geçip öyle varılıyor. Karakol da bu ağa takımının ziynetini, evlerini, hayvanlarını muhafaza etmek maksadıyla kale gibi inşa edilmiş ve donatılmış. Sahra topu koysalar, alay bozar cinsinden hudut kalesi zannedersin…

            Karakolun serkomiseri Hersekli Boşnak Abdi Bey ardında zaptiyelerle karşılıyor bizi. Zaptiyeler ekseriya buranın köylerinden, çifti çubuğu tutamayıp devlete kapulanmışlar. Karakolun eksiğini aramaya kalksak bu haliyle biz ondan kusurlu çıkacağımızdan yarım ağız teftiş ediyoruz. Ardından kahveler pişiyor, sigaralar sarılıyor muhabbet peyda oluyor. Bizim İstanbul’un hovarda takımının hergeleliklerinin neyini anlatacağız? Biz susuyoruz, ekseriye Boşnak serkomiser anlatıyor. Kanlı baskınlar, kovalamacalar, orman kuytusunda tabanca çekmeğe dahi mecal bulamayıp kama kamaya geldiği haydutlar, düğünden gelin kaçırmalar… Akşama doğru köyün ağa takımından birinin yanaşması geldi kapıya. Yanaşma dediysem giyimi dahi köy efendisinden hallice. Ağalar toplanmış ziyafet sofrası hazırlatmışlar, bizi de davet ediyorlarmış. İcabet edeceğimiz bilmem kaçıncı davet olduğundan sanki vazifemizin bir parçasıymış gibi kabul ediyoruz. Teftişe mi geldik, maliye nezaretinin “bir miras kaç ayda yenilerek bitirilir” mevzulu bir tetkikine mi iştirak ediyoruz belli değil...

            Ağalar sofrasına oturduk. Ziyafetten sebeplenenler bizden fazla. Köylüden, çobanlardan birçok kimseler de bulunmakta. Ziyafetin ardından çilingir sofrası faslı da geliyor, ağalarla serkomiserle kalıyoruz. Bir başka köyden çengi kızlar getirmişler, cümbüş seslerine, zurna sesine, işveli bakışlara ve naz ile kıvrılmalara şahitlik ediyoruz, rakının şarabın haddi hesabı yok. Bizim hadsiz Osman bir ara tabancasını çıkarıp İstanbul hovardalarından öykündüğü şekilde havaya ateş ediyor. O kadar hayduttan mayduttan çekiniyorum ama hakikisini yanımda gezdiriyorum! Yine köyün birinden bir Bulgar hanım getirmişler, muganniymiş pek güzel sesi varmış. Çoğunluğu kendi memleketinin türkülerinden havalar okuyor, saatler gecenin kuytusuna devriliyor…

            Lambalar sönüyor, kapılar örtülüyor. Ziyafet bittiğinde herkes evlerine çekiliyor. Biz de serkomiserle karakolun yolunu tutuyoruz. İstesek ağalardan birinin evlerinde kalamaz mıyız? Kendileri de davet etmemiş miydi zaten? Olur mu? Müfettişler karakol haricinde birinin evinde kalırsa ahali bize rüşvetçi de der, milletin sofrasına çöktüğümüz şayiasını da çıkarır. Kanun nizam gereği hep. İçtiğimiz rakının yediğimiz etin haddi hesabı yok ama uyurken sızmaya yakın aklımıza geliyor kanun nizam işte…

            Yürüdüğümüzden mi bilmem bostanın mezarlığın içinden geçen yol uzun geliyor. Gündüz vakti böyle değildi. Hatta bu kadar ağaç olduğu bile dikkatimi çekmemişti. Sanki gece çökünce dallarıyla sürüne sürüne gelip yolumuzun üstünde peyda olmuşlar gibi selamünkavlen. Mezar taşları uzaktan uzağa ay ışığı altında parıldıyorlar. Toprak üstünde kalmış kurukafaların dişleri gibi aynı tövbe estağfurullah. Uzaktan uzağa baykuşlar da çığrışıyor, ölüm alametidir derler çoğu yerde fesuphanallah. Arada bir dallar arasından hızlı hızlı kanat çırparak yarasalar geçiyor, gecenin sevimsiz suratlı mahlûkları, sanki ölümümüzü bekler gibiler hafazanallah. Zaten bu Rumeli arzına ayak basalı beridir komitacılar kadar korkulu mahlûkların rivayetleri, haberleri de ürkütüyor beni. Mezarından kalkanlar, dağdan dağa dolaşan minare boyunda sakallı hikat garibeleri, eski gazalar devrinden kalma kesik başlarıyla yol ağızlarında yolculara görünüp korkutan adı belirsizler, terk edilmiş evlerde kiliselerde meskûn ecinniler, örümcek ağlarından kefen artıklarından elbise diker peri kızları…

            Bizim Osman kolumu çekiştiriyor. Hiçbir şey söylemeden karşı tarafı işaret ediyor. Allah kahretsin ki mezarlığın olduğu taraf… Yüreğim: “Bakma! Bakma!” diye çırpınsa da merakıma yenik düşüp kafamı o tarafa çeviriyorum. Ağaçların altı sonsuz karanlık. Ay ışığının huzmeleri belli yerlerde toprağa dek ulaşabiliyor da ilerileri görebiliyoruz. Hiçbir şey görmedim. İçten bir: “Oh!” çektim. Tilkidir, kurttur, domuzdur, ayıdır, kedidir, komitacıdır, hayduttur. Ya ne olacaktı? Bizim Osman rakıyı fazla kaçırdığından neyi neye benzetti Allah bilir. Bir seferinde İstanbul’da yaşı geçkin bir kokonayı yirmilik afet diye görmemiş miydi hem afyonlu şarabı fazla kaçırdığı o gec… Bismillah! Destur bismillah! Tövbe! Evlerden ırak! Aklıma mukayyet ol yarabbi! Osman’den ses seda çıkmıyor. Nasıl konuşsun? Ağaçların altında gördüğümüz şey, beyaz kefeninin rüzgârda dalgalandığı çığlık çığlığa koşmakta olan bir adam. Dimdik saçlarıyla, kandil ışığını andıran gözleriyle bu korkulu adam, mezar toprağını kazarken parçalandığını tahmin etmekte çok da zorlanmadığım kanlı ellerini sağa sola sallıyor. Hançeresi parçalanırcasına attığı korkunç çığlığı kulaklarımızda çınlıyor, o ne cehennemî bir sestir öyle! Dağlara doğru koşturuyor, ay ışığı altında beyaz bir hayal gibi adeta süzülüyor…

            Serkomisere dönüp bakıyorum. Zaptiyeleriyle birlikte sakin sakin bize bakıyor. Suratlarında o öldürülme hadiselerini alelade bir şey gibi anlatan köylüdeki gibi ürkütücü bir sakinlik var. İn midir cin midir diye sormadan anlatıyor bize kendi şivesiyle: “Buralarda ulur ep büle. Çok vardır mezardan kalkan em gezen. Günahkâr adamı kabul etmez tuprak! Uzur bulmaz. Gezınırler ep büle kabir azabıyla…” Buralarda hep olur… Çok vardır… Gezinirler hep…

            Sabahı nasıl ettim bilmiyorum. Zaten korkudan doğru dürüst uyuyamadım bile. Üsküp’e iner inmez telgrafhaneye girdim. Kararım kesin basacağım istifayı. Müsademeden olmasa sekte-i kalpten gideceğim buralarda. Osman şaşkın. “Ulan manyak mısın hortlak gördü diye insan istifa eder mi?” dedi. Kararımdan caymam. İstifamı bildiren telgraf memurunun telgraf tıkırtıları kesilmeden istasyona geçtim. Fayton kahrı da çekemem bu saatten sonra. Evvela trenle Selanik’e, oradan da vapurla İstanbul’a.

            Aklımı peynir ekmekle yemedim. Zerre çekincem yok. Hiç yoktan Eminönü’nde simit tablası bulurum. İstanbul’un mevtaları pek akıllı uslu, ortalıkta gezinme huyları yok buradakiler gibi…


19 Ocak 2015 İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder