(Daha önceden Hayalhane Fanzin'de yayınlanmıştır)
Kabul etmediğim bir rüşvet yüzünden mi yoksa siyasi meselelerle alakalı bir lakırdıyı ağzımdan kaçırdığımdan mı meçhul, Devlet-i Aliyye’nin bir ucuna teftişe gönderildim. Teftiş dedimse öyle taltif, ihsan bâbından bir vazifelendirme zannedilmesin, bir nevi sürgün ancak ismine teftiş demişler. Gerçi bana söylemiyor ama bizim Osman’ın yediği bir herze olması da muhtemel. Pek bir sıkıştırdımsa da söylemedi ancak neşeli halinden kendisinin parmağı olduğunu anlamam pek zor olmadı. Zaptiye nazırından emir gelir gelmez benim telaşemi, endişemi görünce sanki inadıma neşelenmişti. “Efendim hüsn-ü kuruntunuz beyhudedir. Bizi ebediyen teşkilattan uzaklaştırmıyorlar ya? Alt tarafı polis müfettişi namı ile bazı şehirlerin, kasabaların zaptiye karakollarını ziyaret edeceğiz. Sonra müfettiş demek ne demek? Gittiğimiz her yerde izzet-i ikramla karşılanmak, ağa sofralarına davet edilmek fena şey midir? Üstüne sadece ziyafet ikram etmezler, beldenin dilberlerinden, aşüftelerinden de sebepleniriz, neşe buluruz sefamızı süreriz! Öyle bir evhamlandınız ki gören de sizi Fizan’a yolluyorlar sanacak? Alt tarafı Rumeli’ne çıkacağız yahu! Burnumuzun dibi!” Bu zevzeğe(!) bakılırsa bizi gören Beyoğlu’nun gazinolarına, şarkılı kumpanyalarına gidiyoruz zanneder. Rumelinin karışık vaziyeti malum, her gün bir nice kanlı haber ta İstanbullara kadar geliyor. Tabii bizim Osman Frenk memleketlerinden gelen muzır neşriyatın, anadan üryan kadın resimlerinin neşredildiği mecmuaların haricinde gazete falan okumadığından siyasi vaziyetten, Rumelindeki komitacılardan, haydutlardan falan bîhaber. O yüzden ben ömrümün son seyahati havasındayım o ise sayfiyeye çıkıp paşa kızlarını gözlemeye heves eden hovarda beyzadelerin havasında! İlkin istifa etmeyi dahi düşündüm can korkusundan lakin “viran olası hanede evlad-u ıyal olmasa” diyerek aklımdan savuşturdum.
İşte
böylece muhasebe kaleminden müfettişlik namına ayrılan harcırahımızı aldıktan
sonra bir arabacı ile anlaşmış, iki çekerli bir faytonun tepesinde, iki zaptiye
neferi ile Arnavut muhacirlerin aksanıyla konuşan arabacıyla birlikte Rumeli
zaptiye müfettişliği sergüzeştim başladı. Edirne’ye sıkıntısız vardık lakin
ayrılırken, serkomiserin: “Dağda bayırda
fazla eyleşmeyin, hep türlü milletin kumitaları gezer!” demesi bendeki
evhamı daha da körükledi. Bizim gamsız Osman’ın türlü milletten çıkardığı
yegâne mana, çilingir sofrası düzen aşüftelerle, oyunbaz dilberler! Bir
seferinde yol ağzında bir kasabaya indiğimizde uzaktan uzağa atılan silah
patırtılarına şahit olduk. Gidip bakmaya niyet bile etmeden köylülerden biri
demesin mi: “Aman ilişmegin beyım. Hasım
kumitalardır, müsademe ederlar!” Adam öyle bir söylemişti ki zannedersin
yağmur gibi, hasat gibi olağan, alelade bir şeyden bahsediyor! Diyeceksiniz ki:
“Yahu sen iki mermiye ürkecekse, nasıl
zaptiye oldun?” Mazur görünüz, İstanbul’da böyle şeylerle pek
karşılaşmadığımızdan korkmam gayet tabii. Biz silah sesini ancak balozlarda,
tiyatrolarda işitiriz ki o da hayranı oldukları şarkıcı kadınların yahut kadın
sandıkları zennelerin şerefine ateşlenir, adama değmese de mekânların çatısı
tavanı delinir. Cinayet vuku bulsa bile en kabadayısı gelir teslim olur en
olmadı bir kopuğu, külhanbeyini gönderir o da cinayeti üstlenir. Zaten semt
karakollarında rüşvet maaş kadar tabii sayıldığından, semt kabadayısı ile semt
komiseri anlaştıktan sonra pek zaptiye vakaları da vuku bulmaz. En azından bize
aksettirilmez! Burada ise ölmek, müsademeye kurban gitmek daha tabii! Osman
ziyafet sofralarına oturup, kıvrak çengilerin serencamına kapılınca kendinden
geçip her şeyi unutuyor. Ama benim aklımdan o silah patırtıları ve katledilmeyi
kabullenmiş köylülerin halleri hiç çıkmıyor.
Seyahatimizin
ikinci ayına girdik. Manastır Vilayeti’nden çıktık, Üsküp’e doğru gidiyoruz. O
taraftaki zaptiye karakollarını teftiş edeceğiz. Dağların bağrından geçiyoruz,
koca koca ormanlardan korulardan birine girip diğerine çıkıyoruz. Arada bir
uzaktan uzağa bizi seyreden karaltılara tesadüf ediyoruz. Rumelinin bu dağ
köylerinde çoban mıdır komitacı mıdır yaşayanlar dahi zor ayırt eder… Bir
kasabaya indik hatta tabiri caizse dağların yücesinde olduğundan çıktık. Köyden
hallice ancak dağ yollarının merkezinde bulunduğundan buraya da karakol
yapılması münasip görülmüş. Evler kale gibi, çoğu sürü sahibi, zengin kimseler.
Kasabanın yukarısında kalan bir tepenin üzerine kurmuşlar karakolu, bir
bostanı, bostandan bozma bir mezarlığı geçip öyle varılıyor. Karakol da bu ağa
takımının ziynetini, evlerini, hayvanlarını muhafaza etmek maksadıyla kale gibi
inşa edilmiş ve donatılmış. Sahra topu koysalar, alay bozar cinsinden hudut
kalesi zannedersin…
Karakolun
serkomiseri Hersekli Boşnak Abdi Bey ardında zaptiyelerle karşılıyor bizi.
Zaptiyeler ekseriya buranın köylerinden, çifti çubuğu tutamayıp devlete
kapulanmışlar. Karakolun eksiğini aramaya kalksak bu haliyle biz ondan kusurlu
çıkacağımızdan yarım ağız teftiş ediyoruz. Ardından kahveler pişiyor, sigaralar
sarılıyor muhabbet peyda oluyor. Bizim İstanbul’un hovarda takımının
hergeleliklerinin neyini anlatacağız? Biz susuyoruz, ekseriye Boşnak serkomiser
anlatıyor. Kanlı baskınlar, kovalamacalar, orman kuytusunda tabanca çekmeğe
dahi mecal bulamayıp kama kamaya geldiği haydutlar, düğünden gelin kaçırmalar…
Akşama doğru köyün ağa takımından birinin yanaşması geldi kapıya. Yanaşma
dediysem giyimi dahi köy efendisinden hallice. Ağalar toplanmış ziyafet sofrası
hazırlatmışlar, bizi de davet ediyorlarmış. İcabet edeceğimiz bilmem kaçıncı
davet olduğundan sanki vazifemizin bir parçasıymış gibi kabul ediyoruz. Teftişe
mi geldik, maliye nezaretinin “bir miras kaç ayda yenilerek bitirilir” mevzulu
bir tetkikine mi iştirak ediyoruz belli değil...
Ağalar
sofrasına oturduk. Ziyafetten sebeplenenler bizden fazla. Köylüden, çobanlardan
birçok kimseler de bulunmakta. Ziyafetin ardından çilingir sofrası faslı da
geliyor, ağalarla serkomiserle kalıyoruz. Bir başka köyden çengi kızlar
getirmişler, cümbüş seslerine, zurna sesine, işveli bakışlara ve naz ile
kıvrılmalara şahitlik ediyoruz, rakının şarabın haddi hesabı yok. Bizim hadsiz
Osman bir ara tabancasını çıkarıp İstanbul hovardalarından öykündüğü şekilde
havaya ateş ediyor. O kadar hayduttan mayduttan çekiniyorum ama hakikisini
yanımda gezdiriyorum! Yine köyün birinden bir Bulgar hanım getirmişler,
muganniymiş pek güzel sesi varmış. Çoğunluğu kendi memleketinin türkülerinden
havalar okuyor, saatler gecenin kuytusuna devriliyor…
Lambalar
sönüyor, kapılar örtülüyor. Ziyafet bittiğinde herkes evlerine çekiliyor. Biz
de serkomiserle karakolun yolunu tutuyoruz. İstesek ağalardan birinin evlerinde
kalamaz mıyız? Kendileri de davet etmemiş miydi zaten? Olur mu? Müfettişler
karakol haricinde birinin evinde kalırsa ahali bize rüşvetçi de der, milletin
sofrasına çöktüğümüz şayiasını da çıkarır. Kanun nizam gereği hep. İçtiğimiz
rakının yediğimiz etin haddi hesabı yok ama uyurken sızmaya yakın aklımıza
geliyor kanun nizam işte…
Yürüdüğümüzden
mi bilmem bostanın mezarlığın içinden geçen yol uzun geliyor. Gündüz vakti
böyle değildi. Hatta bu kadar ağaç olduğu bile dikkatimi çekmemişti. Sanki gece
çökünce dallarıyla sürüne sürüne gelip yolumuzun üstünde peyda olmuşlar gibi
selamünkavlen. Mezar taşları uzaktan uzağa ay ışığı altında parıldıyorlar.
Toprak üstünde kalmış kurukafaların dişleri gibi aynı tövbe estağfurullah.
Uzaktan uzağa baykuşlar da çığrışıyor, ölüm alametidir derler çoğu yerde
fesuphanallah. Arada bir dallar arasından hızlı hızlı kanat çırparak yarasalar
geçiyor, gecenin sevimsiz suratlı mahlûkları, sanki ölümümüzü bekler gibiler
hafazanallah. Zaten bu Rumeli arzına ayak basalı beridir komitacılar kadar
korkulu mahlûkların rivayetleri, haberleri de ürkütüyor beni. Mezarından
kalkanlar, dağdan dağa dolaşan minare boyunda sakallı hikat garibeleri, eski
gazalar devrinden kalma kesik başlarıyla yol ağızlarında yolculara görünüp
korkutan adı belirsizler, terk edilmiş evlerde kiliselerde meskûn ecinniler, örümcek
ağlarından kefen artıklarından elbise diker peri kızları…
Bizim
Osman kolumu çekiştiriyor. Hiçbir şey söylemeden karşı tarafı işaret ediyor.
Allah kahretsin ki mezarlığın olduğu taraf… Yüreğim: “Bakma! Bakma!” diye çırpınsa da merakıma yenik düşüp kafamı o
tarafa çeviriyorum. Ağaçların altı sonsuz karanlık. Ay ışığının huzmeleri belli
yerlerde toprağa dek ulaşabiliyor da ilerileri görebiliyoruz. Hiçbir şey
görmedim. İçten bir: “Oh!” çektim.
Tilkidir, kurttur, domuzdur, ayıdır, kedidir, komitacıdır, hayduttur. Ya ne
olacaktı? Bizim Osman rakıyı fazla kaçırdığından neyi neye benzetti Allah
bilir. Bir seferinde İstanbul’da yaşı geçkin bir kokonayı yirmilik afet diye
görmemiş miydi hem afyonlu şarabı fazla kaçırdığı o gec… Bismillah! Destur
bismillah! Tövbe! Evlerden ırak! Aklıma mukayyet ol yarabbi! Osman’den ses seda
çıkmıyor. Nasıl konuşsun? Ağaçların altında gördüğümüz şey, beyaz kefeninin
rüzgârda dalgalandığı çığlık çığlığa koşmakta olan bir adam. Dimdik saçlarıyla,
kandil ışığını andıran gözleriyle bu korkulu adam, mezar toprağını kazarken
parçalandığını tahmin etmekte çok da zorlanmadığım kanlı ellerini sağa sola
sallıyor. Hançeresi parçalanırcasına attığı korkunç çığlığı kulaklarımızda
çınlıyor, o ne cehennemî bir sestir öyle! Dağlara doğru koşturuyor, ay ışığı
altında beyaz bir hayal gibi adeta süzülüyor…
Serkomisere
dönüp bakıyorum. Zaptiyeleriyle birlikte sakin sakin bize bakıyor. Suratlarında
o öldürülme hadiselerini alelade bir şey gibi anlatan köylüdeki gibi ürkütücü
bir sakinlik var. İn midir cin midir diye sormadan anlatıyor bize kendi
şivesiyle: “Buralarda ulur ep büle. Çok
vardır mezardan kalkan em gezen. Günahkâr adamı kabul etmez tuprak! Uzur
bulmaz. Gezınırler ep büle kabir azabıyla…” Buralarda hep olur… Çok vardır…
Gezinirler hep…
Sabahı
nasıl ettim bilmiyorum. Zaten korkudan doğru dürüst uyuyamadım bile. Üsküp’e
iner inmez telgrafhaneye girdim. Kararım kesin basacağım istifayı. Müsademeden
olmasa sekte-i kalpten gideceğim buralarda. Osman şaşkın. “Ulan manyak mısın
hortlak gördü diye insan istifa eder mi?” dedi. Kararımdan caymam. İstifamı
bildiren telgraf memurunun telgraf tıkırtıları kesilmeden istasyona geçtim.
Fayton kahrı da çekemem bu saatten sonra. Evvela trenle Selanik’e, oradan da
vapurla İstanbul’a.
Aklımı
peynir ekmekle yemedim. Zerre çekincem yok. Hiç yoktan Eminönü’nde simit
tablası bulurum. İstanbul’un mevtaları pek akıllı uslu, ortalıkta gezinme
huyları yok buradakiler gibi…
19 Ocak 2015 İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder