6 Haziran 2015 Cumartesi

Esir Pazarından Konağa-Ateş Behiye 3

(Daha önce Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

          Bilana’nın ve diğer esirlerin ağlamalarıyla esircilerin sus ihtarı babından şaklattıkları kırbaç seslerine dalga seslerinin karıştığı seyahatleri, bir-iki gün sonra beyini Osmanlı padişahının atadığı, Kırım Hanı’ndan evvel buradan emir alan Kefe şehrinin limanında son buldu. Bilana, süslü zırhları ve yaylarıyla arz-ı endam eden Kırım çerilerinden ziyade, ak keçeden börk giyer tüfenkli yeniçerileri ve sekbanları daha ziyadece görür olmuştu. Kah karaya bakar sur kapılarından, kah limandan elleri kolları bağlı, her yaştan ve tipten, kimi ağlayan kimi gülen Rus, Leh, Boğdan, Kalmuk, Çerkez, Macar, Gürcü ve hatta Acem köleler, cariyeler, gulamlar getirilmekteydi. Ahşap evlerin cumbalarından sarkan kadınlar ve çocuklar merakla gelip gidenleri seyretmektelerdi. Bilana’nın kulağında Tatarlarla Türklerin lisanları kadar, Çerkez ve Abazaların konuşmaları daha ziyade çalınmaktaydı ki bunu kölelerin çokluğuna yormuştu o ufak yaşına rağmen.


            Limanın dibindeki bir meydanda tek sıra halinde dizildiler. Gemilerden inen başka kölecilerin de ellerindeki esirleri bu şekilde farklı farklı yerlerde dizdiklerini gördüler. Bazı köleciler, doğrudan Kefe’deki esir pazarına çalıştıklarından kafilelerini esir hanına doğru götürürlerken, köle pazarı mezatçılarından evvel İstanbul gemileriyle şehre esir götürmeye gelmiş olan irili ufaklı esirciler başlarına üşüştüler. Bilana’nın bulunduğu kafilenin başına da siyah tenli, üzerinde çeşitli incikler boncuklar bulunan korsan tipli bir adam yanaştı. Tatar esirciyle aralarında hararetli bir pazarlık geçmekteydi. Adam, Bahr-i Sefid’in korsan taifesindendi. Kâfi bir ücretle Bilana’yı ve iki Gürcü kızını satın almak istediğini, Cezayir Beyi’ne hediye edeceğini söylüyordu. Tatar esirci ise fiyatı az bulduğunu, verdiği paranın yaşı geçkin bir köleye ancak yeteceğini söylüyordu. Bu pazarlıkları sürerken limanın olduğu meydana Kefe esirlerinin satışından mesul esir emininin adamları inmişti. Ellerindeki bir deftere satılan esirlerin adlarını ve ederlerini tek tek kayda geçiriyorlardı. Ardından da satmalarına müsaade etmek için esircilerden bir miktar para alıyorlardı. Tatar esircinin yanına gelen eminin adamları her bir kölenin adını ve ederini, eşkaliyle birlikte kayda geçirdi. Her birine tek tek adı Abhaz-Çerkez-Gürcü dillerinde soruldu. Bilana da şöyle kayda geçti: “Orta boya mütecâviz, çekme burunlu, kızul saçlu, göğ gözlü, Çerkes asıllı cariye Bilana. Ederi…”

            Esir emininin görevlileri çekildikten ve birkaç paralı kimse daha gelip gittikten sonra esir pazarındaki hatırlı mezatçıların adamları geldiler. Seçtikleri bazı esirleri yüklü meblağa esircilerden satın aldıktan sonra bunları yanına katıp Kefe’nin esir hanına götürdüler. Bilana da bu satın alınanlar arasındaydı ki bunlar kahir ekseriyette yüksek meblağa Kırım’ın beylerine yahut Kostantiniyye’den gelme daha varsıl köle tacirlerine satılırlardı. Kafile hana götürülür götürülmez hanın hemen dibindeki hamama götürülüp yıkandılar. Aynı zamanda kendileri de kölelikten gelme görmüş geçirmiş hamamcı kadınlar bir sakatlıkları, kusurları olup olmadıklarını kontrol ettiler. Kendilerine söylenen bir-iki Tatarca-Türkçe kelimeyi Çerkezce-Gürcüce anlamlarıyla söyleyip ezberlerinde tutup tutamamalarına, yürüyüşlerine ve endamlarına baktılar. Huysuz hareketleri ile dikkat çeken iki Gürcü kızı, hamamcı kadınların değnek darbelerine rağmen onların söylediklerine aksi davranınca üzerlerine çaputları, elbiseleri geri verilerek sille dayak esir hanının mahzenine indirildiler. Bilana ve diğer cariyelere bu hareketlerden bazıları daha o anda ezberlettirildikten sonra yeni elbiseler giydirip güzel kokular sürdüler. Ardından esir hanına geri götürülüp hanın sahanlığında çorbayla taam ettiler, sonra da hanın en temiz yeri sayılabilecek bir odaya götürülüp samandan şiltelerin üzerinde uyudular. Bilana, gece boyu zindandan gelen Gürcü kızlarının çığlıklarını, dışarıda gülüşüp haytarma oynayan kimselerin seslerini dinleyerek, kafesli pencerenin ardındaki yıldızları seyrederek uyuya kaldı. Dayak korkusuna sus pus oldu. Birkaç gün boyunca sabahtan köle pazarına götürülür, akşamına hamam ettikten sonra karınları doyurulduktan sonra yatıp kalırlardı.

            Birkaç gün sonra yine bir gün erkenden kalkıp esir hanından çıkarak köle pazarına götürüldüler. Bazı kızlara Kırım beğlerinin kâhyalarının gönderdiği kimseler talip olarak yeni konaklarına, evlerine götürüldüler. Bilana’nın kısmetine de Kostantiniyye’den zengin bir tacir düştü. İleride güzelliği ile paşa köşklerine konaklarına layık olacak bir cariye olacağını kestiren Kostantiniyyeli tacir kızı birkaç kese gümüşe satın aldıktan sonra, diğer yerlerde aldığı güzellikle birbiriyle yarışır cariyeler ve gulamlarla birlikte Kefe limanına indiler. Bindikleri karamürsela Kefe limanından ayrılırken Bilana yüksek duvarları, yeşil tepeleri seyre koyuldu. İlk kez geldiğinden bu denli büyük bir şehir, yüksek konaklar görmemiş olmanın hayreti hala üzerindeydi. Diğer kölelerle birlikte karamürselanın ambarına indirildi. Böylece yine sıla türküleriyle, gözyaşlarıyla dolu bir seyahat daha başlamıştı. Kızlardan biri veremden mi bilinmez ölüp gidince gemi tayfaları ölümden korkarak cesedini bir çuvala koyup denize atmışlardı da kendilerini de atarlar diye korkuyla sessiz sessiz ağlamışlardı ardından.

            Günler geceler sonra Bilana gün ışığını yeniden gördüğünde şaşkınlıktan adeta dili tutulmuştu. Kostantiniyye’nin koca minarelerini, kâşanelerini, köşklerini, saraylarını görmüş, insanlarının ve gemilerinin çokluğuna hayran kalmıştı. Ak topukları Eminönü rıhtımının yosunlu tahtalarının üzerinden geçip şehrin çamurlu yollarını dövmeye başladığında eski yaşantısı şimdiden zihninde bir masal siluetine bürünmüştü. Esir Hanı seneler evvel yandığından, köleler bir hayli yürütülerek Büyük Çarşı civarındaki Esir Pazarı’na getirilmişlerdi. Yakınlardaki bir hamamda yıkanıp güzel kokular sürülen cariyeler ayrı, gulamlar ayrı yerlere götürülerek pazara gelip giden kimselerin ve yoldan gelip geçenlerin önünde sergilenmektelerdi.

            O esnada pazara Şahsuvar Paşa’nın hanımı Çeşmidil Hanım, konak ahalisinden bir ayvaz ile birlikte gelmişti. Konağın işlerinde aşçı kadına, bacı kalfaya yardımcı olur diye gençten bir zenci halayık satın almak niyetindeydi. Kendisi de kölelikten gelme bir Çerkez olan Çeşmidil Hanım, konağa hizmet edecek kimseleri iyi seçtiğinden işi ayvaza, yamağa bırakmaktansa kendi eliyle halletmeyi istemişti. Böylece kızıl saçlarıyla dikkat çeken, şaşkın bakışlarla gelip geçen insanlara bakınan o ufak kız, Çeşmidil Hanım’ın da dikkatini celp etmişti. Köle tüccarına kızı sorup Çerkez olduğunu öğrenince, hatırladığı kadarıyla Çerkezce konuşup kıza adını sormuştu. Soğuksu Çerkezlerinin lisanı ile konuştuğundan, Bilana’ya farklı gelse de bunu anlayıp adını söylemişti. Çeşmidil Hanım, o gün hem Bilana’yı hem de Sudanlı bir zenci halayığı satın alıp konağa öyle döndü. O vakitlerde daha ufak yaşlardan Çerkez halayıklar yani cariyeler bir konağa alındıktan sonra hem işleri öğrenirler, hem de bir yaştan sonra konağın efendilerinden biriyle evlenirlerdi. İşte böylelikle Bilana, Şehsuvar Paşa’nın konağına girmişti. Çeşmidil Hanım, konak ahalisinin önünde hem güzel hem alımlı diye Bilana’ya Behiye adını koymuş, Çerkezce konuşup artık bu adı taşıyacağını söylemişti.

Böylece Behiye’nin Kostantiniyye sergüzeşti başlamış, Bilana ve yıllar içinde onun Çerkez Bozoduku’ndaki anıları, hikâyeleri, şarkıları birer masal hüviyeti kazanmış, hayal meyal hatırlar olmuştu. Kısa sürede Türkî lisanı öğrenip konak işlerine el atmışsa da bu yılları pek de öyle akıllı uslu geçmemişti. Haylazlığı ve haşarı oluşu başına bela olmuş, ne Çeşmidil Hanım’ın çimdikleri, ne zenci halayıkların maşaları, ne de paşanın sütannesi olup Arnavutluk dağlarından Dersaadet’e geleli asrı bulmuş olan gulyabani suretli Hatır Hanım’ın dayakları onu uslandırmıştı. Ancak eli maşalı olduğundan, konağın dışından herhangi bir erkek konak hanımlarına yan gözle bakamaz diye, iyi iş görür diye konaktan atılmamış ailenin bir parçası olup çıkmıştı.

Yıllar birbiri ardınca geçip, yaşı geçtikçe serpilmiş, serpildikçe ayın on dördü misali güzellikte bir halayık olup çıkmıştı. Böylece artık insanlar onu haşarılıklarından ziyade fidan endamıyla, kızar gibi bakışıyla anar olmuş, mahallenin delikanlılarının korkuyla kaçıştığı bir haylaz kız değil, her an arzuladıkları ahu göz ve perirû bir afet olup çıkmıştı. Hiçbir erkek eli maşalı biri olduğundan yanaşmaya cesaret edemediği, istetmeye korktuğu bu kıza doğrudan doğruya göz koyabilen yegâne kişi konağın küçük beylerinden biriydi. Nev traş püser dahi olmamış bıyığına tarak batmaz bir yeniyetme olan küçük bey, sürekli kızı alımlı alımlı süzse de Behiye ona pek yanaşmazdı. Zira en ufak bir rezalette kabağın kendi başına patlayacağını, “evladımı baştan çıkardın” bahanesiyle büyük hanım tarafından sokağa atılacağını adı gibi biliyordu. Üstelik köleliğin getirdiği hislerle, geldiği yere alışsa bile insanların kendisine eşya muamelesi yapmasına halen alışabilmiş değildi. Bu nedenle içten içe asabı bozulsa da açıktan küçük beye karşı bir kötü bakış bile atmış değildi, zira beylerin paşaların bir cariyenin sözündense evlatlarının sözüne bakacağı gün gibi açıktı. Bu nedenle hep sabrediyordu.

Lakin bir gün küçük bey, konağın tenha bir yerinde Behiye’yi çimdiklemeye kalkınca sabır taşı çatladı. Konağın küçük beyini evire çevire dövüp hayli benzetti. Olayı fark eden Çeşmidil Hanım, haklı haksız sormadan oğlunun o halini görünce tutup Behiye’yi dövdü. Behiye küçük beyin rezaletinden bahsedince bir de oğluna iftira attığı gerekçesiyle dövdü. Yorgun düşünce emretti bir de konak ahalisi dövdü Behiye’yi, küçük beye attığı dayağın mislini konak ahalisinden yedi. Dayak yedikçe sövdü, iftira atmadığını söyledi. Dayak atmaktan yorgun düşen ahali Behiye’yi susturamayınca uslansın diye dehlize kapattılar. Demir kapıyı örterken bir zenci halayık: “Konağın beyidir. Gün gelir nikâh bile kıyar, sen böyle bir çimdiğe vaveyla edersen kim bakar suratına?” diyerek yüzü gözü kan ve tırmık iziyle dolu Behiye’nin suratına tükürdü.

Birkaç gün sonra uslanmıştır diye Behiye’yi dehlizden çıkardılar. Konağın işlerine geri dönüp, konak ahalisine pek karışmadan ev işlerini halletti. Yemek vakitlerinde dahi bir kuru ekmeği ya yedi ya yemedi erkenden dehliz dibinde duran yatağına döner oldu. Konağın küçük beyi, yedi dayağın etkisi geçince bir gece vakti yine kudurup dehlizin dibine indi. Bahçeye bakan ufak bir delikten ay ışığının dolduğu o dehliz ağzında yağ ve bal küplerinin kullanılmayan testilerin ardında bir duvar dibinde uyuyan Behiye’yi görür görmez üzerine yürüdü. Kızın üzerine karabasan misali çöküp ağzını kapatınca can havliyle uyanan kızla aralarında bir boğuşma cereyan etti. Uyku sersemi olan kızcağız, kendini tam savunamadığından can havliyle pek de sonunu düşünmeden eline geçirdiği bir testiyi beyin başına indiriverdi. Testi paramparça olurken beyin bedeni kızın üzerine yıkıldı kaldı. Kafasından akan kan, Behiye’nin üzerine aktığı sıra testinin gürültüsünü işiten konak ahalisi çoktan ayaklanmıştı...


5 Temmuz 2014 – İstanbul 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder