(Daha önce Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)
Bilana’nın ve diğer esirlerin ağlamalarıyla esircilerin sus ihtarı babından şaklattıkları kırbaç seslerine dalga seslerinin karıştığı seyahatleri, bir-iki gün sonra beyini Osmanlı padişahının atadığı, Kırım Hanı’ndan evvel buradan emir alan Kefe şehrinin limanında son buldu. Bilana, süslü zırhları ve yaylarıyla arz-ı endam eden Kırım çerilerinden ziyade, ak keçeden börk giyer tüfenkli yeniçerileri ve sekbanları daha ziyadece görür olmuştu. Kah karaya bakar sur kapılarından, kah limandan elleri kolları bağlı, her yaştan ve tipten, kimi ağlayan kimi gülen Rus, Leh, Boğdan, Kalmuk, Çerkez, Macar, Gürcü ve hatta Acem köleler, cariyeler, gulamlar getirilmekteydi. Ahşap evlerin cumbalarından sarkan kadınlar ve çocuklar merakla gelip gidenleri seyretmektelerdi. Bilana’nın kulağında Tatarlarla Türklerin lisanları kadar, Çerkez ve Abazaların konuşmaları daha ziyade çalınmaktaydı ki bunu kölelerin çokluğuna yormuştu o ufak yaşına rağmen.
Limanın dibindeki bir meydanda tek
sıra halinde dizildiler. Gemilerden inen başka kölecilerin de ellerindeki
esirleri bu şekilde farklı farklı yerlerde dizdiklerini gördüler. Bazı
köleciler, doğrudan Kefe’deki esir pazarına çalıştıklarından kafilelerini esir
hanına doğru götürürlerken, köle pazarı mezatçılarından evvel İstanbul
gemileriyle şehre esir götürmeye gelmiş olan irili ufaklı esirciler başlarına
üşüştüler. Bilana’nın bulunduğu kafilenin başına da siyah tenli, üzerinde
çeşitli incikler boncuklar bulunan korsan tipli bir adam yanaştı. Tatar
esirciyle aralarında hararetli bir pazarlık geçmekteydi. Adam, Bahr-i Sefid’in
korsan taifesindendi. Kâfi bir ücretle Bilana’yı ve iki Gürcü kızını satın
almak istediğini, Cezayir Beyi’ne hediye edeceğini söylüyordu. Tatar esirci ise
fiyatı az bulduğunu, verdiği paranın yaşı geçkin bir köleye ancak yeteceğini
söylüyordu. Bu pazarlıkları sürerken limanın olduğu meydana Kefe esirlerinin
satışından mesul esir emininin adamları inmişti. Ellerindeki bir deftere
satılan esirlerin adlarını ve ederlerini tek tek kayda geçiriyorlardı. Ardından
da satmalarına müsaade etmek için esircilerden bir miktar para alıyorlardı.
Tatar esircinin yanına gelen eminin adamları her bir kölenin adını ve ederini,
eşkaliyle birlikte kayda geçirdi. Her birine tek tek adı Abhaz-Çerkez-Gürcü
dillerinde soruldu. Bilana da şöyle kayda geçti: “Orta boya mütecâviz, çekme burunlu, kızul saçlu, göğ gözlü, Çerkes
asıllı cariye Bilana. Ederi…”
Esir emininin görevlileri çekildikten ve birkaç paralı
kimse daha gelip gittikten sonra esir pazarındaki hatırlı mezatçıların adamları
geldiler. Seçtikleri bazı esirleri yüklü meblağa esircilerden satın aldıktan
sonra bunları yanına katıp Kefe’nin esir hanına götürdüler. Bilana da bu satın
alınanlar arasındaydı ki bunlar kahir ekseriyette yüksek meblağa Kırım’ın
beylerine yahut Kostantiniyye’den gelme daha varsıl köle tacirlerine
satılırlardı. Kafile hana götürülür götürülmez hanın hemen dibindeki hamama götürülüp
yıkandılar. Aynı zamanda kendileri de kölelikten gelme görmüş geçirmiş hamamcı
kadınlar bir sakatlıkları, kusurları olup olmadıklarını kontrol ettiler.
Kendilerine söylenen bir-iki Tatarca-Türkçe kelimeyi Çerkezce-Gürcüce
anlamlarıyla söyleyip ezberlerinde tutup tutamamalarına, yürüyüşlerine ve
endamlarına baktılar. Huysuz hareketleri ile dikkat çeken iki Gürcü kızı,
hamamcı kadınların değnek darbelerine rağmen onların söylediklerine aksi
davranınca üzerlerine çaputları, elbiseleri geri verilerek sille dayak esir
hanının mahzenine indirildiler. Bilana ve diğer cariyelere bu hareketlerden
bazıları daha o anda ezberlettirildikten sonra yeni elbiseler giydirip güzel
kokular sürdüler. Ardından esir hanına geri götürülüp hanın sahanlığında
çorbayla taam ettiler, sonra da hanın en temiz yeri sayılabilecek bir odaya
götürülüp samandan şiltelerin üzerinde uyudular. Bilana, gece boyu zindandan
gelen Gürcü kızlarının çığlıklarını, dışarıda gülüşüp haytarma oynayan
kimselerin seslerini dinleyerek, kafesli pencerenin ardındaki yıldızları
seyrederek uyuya kaldı. Dayak korkusuna sus pus oldu. Birkaç gün boyunca
sabahtan köle pazarına götürülür, akşamına hamam ettikten sonra karınları
doyurulduktan sonra yatıp kalırlardı.
Birkaç gün sonra yine bir gün
erkenden kalkıp esir hanından çıkarak köle pazarına götürüldüler. Bazı kızlara
Kırım beğlerinin kâhyalarının gönderdiği kimseler talip olarak yeni
konaklarına, evlerine götürüldüler. Bilana’nın kısmetine de Kostantiniyye’den
zengin bir tacir düştü. İleride güzelliği ile paşa köşklerine konaklarına layık
olacak bir cariye olacağını kestiren Kostantiniyyeli tacir kızı birkaç kese
gümüşe satın aldıktan sonra, diğer yerlerde aldığı güzellikle birbiriyle
yarışır cariyeler ve gulamlarla birlikte Kefe limanına indiler. Bindikleri
karamürsela Kefe limanından ayrılırken Bilana yüksek duvarları, yeşil tepeleri
seyre koyuldu. İlk kez geldiğinden bu denli büyük bir şehir, yüksek konaklar
görmemiş olmanın hayreti hala üzerindeydi. Diğer kölelerle birlikte karamürselanın
ambarına indirildi. Böylece yine sıla türküleriyle, gözyaşlarıyla dolu bir
seyahat daha başlamıştı. Kızlardan biri veremden mi bilinmez ölüp gidince gemi
tayfaları ölümden korkarak cesedini bir çuvala koyup denize atmışlardı da
kendilerini de atarlar diye korkuyla sessiz sessiz ağlamışlardı ardından.
Günler geceler sonra Bilana gün
ışığını yeniden gördüğünde şaşkınlıktan adeta dili tutulmuştu.
Kostantiniyye’nin koca minarelerini, kâşanelerini, köşklerini, saraylarını
görmüş, insanlarının ve gemilerinin çokluğuna hayran kalmıştı. Ak topukları
Eminönü rıhtımının yosunlu tahtalarının üzerinden geçip şehrin çamurlu
yollarını dövmeye başladığında eski yaşantısı şimdiden zihninde bir masal
siluetine bürünmüştü. Esir Hanı seneler evvel yandığından, köleler bir hayli
yürütülerek Büyük Çarşı civarındaki Esir Pazarı’na getirilmişlerdi.
Yakınlardaki bir hamamda yıkanıp güzel kokular sürülen cariyeler ayrı, gulamlar
ayrı yerlere götürülerek pazara gelip giden kimselerin ve yoldan gelip
geçenlerin önünde sergilenmektelerdi.
O esnada pazara Şahsuvar Paşa’nın
hanımı Çeşmidil Hanım, konak ahalisinden bir ayvaz ile birlikte gelmişti.
Konağın işlerinde aşçı kadına, bacı kalfaya yardımcı olur diye gençten bir
zenci halayık satın almak niyetindeydi. Kendisi de kölelikten gelme bir Çerkez
olan Çeşmidil Hanım, konağa hizmet edecek kimseleri iyi seçtiğinden işi ayvaza,
yamağa bırakmaktansa kendi eliyle halletmeyi istemişti. Böylece kızıl
saçlarıyla dikkat çeken, şaşkın bakışlarla gelip geçen insanlara bakınan o ufak
kız, Çeşmidil Hanım’ın da dikkatini celp etmişti. Köle tüccarına kızı sorup
Çerkez olduğunu öğrenince, hatırladığı kadarıyla Çerkezce konuşup kıza adını
sormuştu. Soğuksu Çerkezlerinin lisanı ile konuştuğundan, Bilana’ya farklı
gelse de bunu anlayıp adını söylemişti. Çeşmidil Hanım, o gün hem Bilana’yı hem
de Sudanlı bir zenci halayığı satın alıp konağa öyle döndü. O vakitlerde daha
ufak yaşlardan Çerkez halayıklar yani cariyeler bir konağa alındıktan sonra hem
işleri öğrenirler, hem de bir yaştan sonra konağın efendilerinden biriyle evlenirlerdi.
İşte böylelikle Bilana, Şehsuvar Paşa’nın konağına girmişti. Çeşmidil Hanım,
konak ahalisinin önünde hem güzel hem alımlı diye Bilana’ya Behiye adını
koymuş, Çerkezce konuşup artık bu adı taşıyacağını söylemişti.
Böylece Behiye’nin Kostantiniyye sergüzeşti başlamış,
Bilana ve yıllar içinde onun Çerkez Bozoduku’ndaki anıları, hikâyeleri,
şarkıları birer masal hüviyeti kazanmış, hayal meyal hatırlar olmuştu. Kısa
sürede Türkî lisanı öğrenip konak işlerine el atmışsa da bu yılları pek de öyle
akıllı uslu geçmemişti. Haylazlığı ve haşarı oluşu başına bela olmuş, ne
Çeşmidil Hanım’ın çimdikleri, ne zenci halayıkların maşaları, ne de paşanın
sütannesi olup Arnavutluk dağlarından Dersaadet’e geleli asrı bulmuş olan
gulyabani suretli Hatır Hanım’ın dayakları onu uslandırmıştı. Ancak eli maşalı
olduğundan, konağın dışından herhangi bir erkek konak hanımlarına yan gözle
bakamaz diye, iyi iş görür diye konaktan atılmamış ailenin bir parçası olup
çıkmıştı.
Yıllar birbiri ardınca geçip, yaşı geçtikçe serpilmiş,
serpildikçe ayın on dördü misali güzellikte bir halayık olup çıkmıştı. Böylece
artık insanlar onu haşarılıklarından ziyade fidan endamıyla, kızar gibi
bakışıyla anar olmuş, mahallenin delikanlılarının korkuyla kaçıştığı bir haylaz
kız değil, her an arzuladıkları ahu göz ve perirû bir afet olup çıkmıştı.
Hiçbir erkek eli maşalı biri olduğundan yanaşmaya cesaret edemediği, istetmeye
korktuğu bu kıza doğrudan doğruya göz koyabilen yegâne kişi konağın küçük
beylerinden biriydi. Nev traş püser dahi olmamış bıyığına tarak batmaz bir
yeniyetme olan küçük bey, sürekli kızı alımlı alımlı süzse de Behiye ona pek
yanaşmazdı. Zira en ufak bir rezalette kabağın kendi başına patlayacağını,
“evladımı baştan çıkardın” bahanesiyle büyük hanım tarafından sokağa
atılacağını adı gibi biliyordu. Üstelik köleliğin getirdiği hislerle, geldiği
yere alışsa bile insanların kendisine eşya muamelesi yapmasına halen
alışabilmiş değildi. Bu nedenle içten içe asabı bozulsa da açıktan küçük beye
karşı bir kötü bakış bile atmış değildi, zira beylerin paşaların bir cariyenin
sözündense evlatlarının sözüne bakacağı gün gibi açıktı. Bu nedenle hep
sabrediyordu.
Lakin bir gün küçük bey, konağın tenha bir yerinde
Behiye’yi çimdiklemeye kalkınca sabır taşı çatladı. Konağın küçük beyini evire
çevire dövüp hayli benzetti. Olayı fark eden Çeşmidil Hanım, haklı haksız
sormadan oğlunun o halini görünce tutup Behiye’yi dövdü. Behiye küçük beyin
rezaletinden bahsedince bir de oğluna iftira attığı gerekçesiyle dövdü. Yorgun
düşünce emretti bir de konak ahalisi dövdü Behiye’yi, küçük beye attığı dayağın
mislini konak ahalisinden yedi. Dayak yedikçe sövdü, iftira atmadığını söyledi.
Dayak atmaktan yorgun düşen ahali Behiye’yi susturamayınca uslansın diye
dehlize kapattılar. Demir kapıyı örterken bir zenci halayık: “Konağın beyidir. Gün gelir nikâh bile
kıyar, sen böyle bir çimdiğe vaveyla edersen kim bakar suratına?” diyerek
yüzü gözü kan ve tırmık iziyle dolu Behiye’nin suratına tükürdü.
Birkaç gün sonra uslanmıştır diye Behiye’yi dehlizden
çıkardılar. Konağın işlerine geri dönüp, konak ahalisine pek karışmadan ev
işlerini halletti. Yemek vakitlerinde dahi bir kuru ekmeği ya yedi ya yemedi
erkenden dehliz dibinde duran yatağına döner oldu. Konağın küçük beyi, yedi
dayağın etkisi geçince bir gece vakti yine kudurup dehlizin dibine indi. Bahçeye
bakan ufak bir delikten ay ışığının dolduğu o dehliz ağzında yağ ve bal
küplerinin kullanılmayan testilerin ardında bir duvar dibinde uyuyan Behiye’yi
görür görmez üzerine yürüdü. Kızın üzerine karabasan misali çöküp ağzını
kapatınca can havliyle uyanan kızla aralarında bir boğuşma cereyan etti. Uyku
sersemi olan kızcağız, kendini tam savunamadığından can havliyle pek de sonunu
düşünmeden eline geçirdiği bir testiyi beyin başına indiriverdi. Testi
paramparça olurken beyin bedeni kızın üzerine yıkıldı kaldı. Kafasından akan
kan, Behiye’nin üzerine aktığı sıra testinin gürültüsünü işiten konak ahalisi
çoktan ayaklanmıştı...
5
Temmuz 2014 – İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder