6 Haziran 2015 Cumartesi

Kan İçici Tahta Kurdu

(Daha önce Ahval Fanzin'de yayınlanmıştır)

         Bahçekapılı Halit, eğik fesli ve paçası kanlı meymenetsiz adamların arasından geçip Merdivenli Meyhane’nin olduğu dar sokağa saptı. Cebeci Faik’i orada, merdivenin altında bulacağını söylemişlerdi ki kendisi şehrin en ünlü silah satıcısıydı. “Deve Suat’ı nasıl haklarım?” diye sağa sola sağlam bir tabanca yahut vurduğu vakit geri dönmez cinsten bir saldırma sordurduğu vakit kendisine üfürmüşlerdi Cebeci Faik’i. Arnavut vilayetinden akrabaları vasıtasıyla getirttiği Avusturya silahlarının dahi bulunabileceğini işitince, Merdivenli Meyhane’ye yönelmişti.

          Komitacısı eşkıyası eksik olmaz Osmanlı’da silahın köküne kıran girmemişti elbette, ancak kapı gibi kabadayıyı elden düşme Karadağ tabancası ile Bulgar nagantı ile kolay kolay haklayamayacağı aşikârdı… Frenk topu olsa kâr etmezdi koca Deve Suat’a… Meyhanenin önüne geldiğinde meyhane girişi haricinde hiçbir kapı görmemişti ilkin, birkaç adım daha attıktan sonra merdiven altında iki şarap fıçısı üstüne atılmış bir tahta parçasının ardında, tepeden sarkan kör bir kandilin ışığında oturan, saçı sakalına karışmış, sırtına kukuletalı bir sako geçirmiş yaşlı bir adamı görünce bunun Faik olduğunu az çok tahmin etti. Tezgahın önüne dikilince adam kendi şivesi ile: “Turşu mu istersın sade suyını mı istersın more? Arnavut biberı turşusu da vardır…” diye sordu. Halit: “Baba bana kallavi bir makine lazım. Emanet de olur…” diye karşılık verdi. Cebeci Faik sorgular gibi baktıktan sonra sordu: “Duğru süyle, zaptiye muhbiri misın? Haracımı aydan aya verirım, ne sebap geldın?” Halit tezgaha doğru eğildi: “Baba ben Halit. Bahçekapılı Arap Halit, duymuşsundur. Deve Suat’la bir mevzu oldu, ondan geldim buraya…” Faik tanıdığı belli eder gibi kafasını salladı: “Tatavla Cinayeti vukuatından tanıdım more! Lakin Suat devesı değildir Kostaki gibı! Bunu dokuz yerinden kamayla vurmuşlar Sinop zindanında gene ölmemış be! Sana lazım daha kallavi bir silah… Ama parası da ona göredır?” Halit, Galata’nın bankerlerinden birinden zoraki kopardığı bir tomar kaimeyi Cebeci’ye uzattı, Cebeci elinden kapıp paltosunun derinliklerine zulaladı. Tezgâhının dibinden eski tip Venedik işi camdan, mantar kapaklı bir kavanoz çıkardı. İçinde bir avuç tahta kurdu oynaşmaktaydı. Halit şaşkın şaşkın bakarken tahtakurtlarını suratına uzattı. Simsiyah renkte, normalinden daha iri ve dişleri fark edilen bir alay acayip böcek taifesiydi. Faik kavanozu sallayarak anlatmaya başladı: “Bu en iyi silahımdır be! Tek kullanımlıktır ama halledersin hasmını iz toz bırakmadan. Bizim oralarda bir hurtlak türediydı, acemı bir cadı üstadı bulmuştu küylüler. Adam hurtlağın kalbine çakmış idı kazık lakin kesmemiş idı kafasinı. Çaktiğı kazıkta var imış tahta kurdı, ölmeyan hurtlağın kaninı da toz ilen yutmuşlar hep. Ulmuşlar kan içicı tahta kurdı. Benim dükkanım buradadır, yalan söyler isam gel benı vur. Ama üstüne kavanozu attığın Deve Suat geberır ise bil ki bundandır. Kimseya demeyasın!”


Fikir her ne kadar Halit’in aklına yatmadıysa da nasıl olsa silahçının yeri yurdu bellidir diye kabulleniverdi. Meyhanenin olduğu dar sokaktan çıkıp giderken arkasından bakan Cebeci Faik’in gözlerinin parıldadığını ve taşra çıkmış dişlerini göremedi. Oturduğu yerden kötü kötü sırıtan Faik kendi kendine söylendi: “Uturduğun yerdan karın duyurmak da ne iyidır be yatarak doyarım!”


11 Temmuz 2014 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder