6 Haziran 2015 Cumartesi

Şahmarandan Olma

(Daha önce Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

           Zamanın birinde, hangi padişahın hükümdarlığı unutulmuş, masallardan canlı bir suret İstanbul şehrinde, yine masallardan gelme güzellerin avlusunda salındığı bir muazzam harem varmış. Mermer saraya her sene yedi düvelden yüzlerce köle getirilirmiş ki yetenekte ve güzellikte perilere cinlere denk olurlarmış.

        Günün birinde şehre ta Gâvur Dağı’nın ötesinden bir kervan gelmiş. Kervanın ortasında muhafızların beklediği süslü işlemeli ve dört yanı kapalı bir taht-ı revan varmış ki içindeki Acem mülkünden bir mirzanın kızı mıdır yahut Kırım elinden bir bike midir diye ahali merakından yollara dökülmüş. Kervancıya sokulmaya yüz bulan beyzadeler, kişizadeler kervanla gelen meçhul kişinin kim olduğunu sorduğunda kervancıdan: “Ehemmiyetli biri değildir. Çukurova mülkünden bir köledir!” karşılığını almışlar. Kendi kendilerine söylenip kervancıya yine sormuşlar: “Bre bu nice köledir ki yanında çerisiyle sipahisiyle dört tarafı süslü taht-ı revanda durur?” Kervancı sivri bıyıklarının uçlarını düzelterek: “Köle dediysek öyle alelade köle değildir. Cihanda güzelliği padişah hazinelerine denk böyle bir güzel daha yoktur ki bendeniz onu padişahımız efendimize âcizane teslim etmek için eşkıyaları, kervan basan gulyabanileri aşıp İstanbul’a geldim.” İstanbul’un güngörmüş beyzadeleri burun kıvırmış: “Adam sen de! Burada güzelden bol ne var? Esirciler Hanı’nda Şirin, Leyla suretli kızları on paraya satarlar!” Kervancı gülmüş: “Benim Çukurova’dan getirdiğim köle öyle güzeldir ki ihtişamından çil çil altınlar kararır, değerini yitirir! Onu gören yediden yetmişyedisine cümle yiğit helak olur. Bir bakışını bahşetmesi için ölmeye yalvarırlar. Bakışına nail olsalar bu sefer de “Biz bu aşktan kurtulamayız vesselam!” diyerek kahırlarından ölüler!” Beyzadeler etkilenir gibi olmuşlar ama şehrin hamam külhanlarından bir kopuk laf atmış: “Meydanı buldun diye haybeye sallama kervancı! Senin bu taht-ı revan güzelini öyle bir anlatıyorsun ki duyan Kaf dağının ardından peri kızı çekip getirdin sanacak!” Kervancı kafasını sallamış: “Elbette her kul gibi vardır kusuru. Ancak mevcudiyeti ve güzelliği ile kıyaslanınca pek bir ehemmiyetsizdir!” Böylece kalabalığın arasından sıyrılan kervan yeniden yola revan olup sarayın kapılarına yürümüş.

          Padişahın iş bilir casusları saraya anında haber uçurmuş. Koca padişah müstehzi bir ifade ile emir vermiş kullarına: “Eğer o madrabaz kervancı kapıma gelirse sınayın. Eğer bakışları âdem öldürmeye nailse, benim hazinemi dahi utancından ağartırsa bırakın gelsin kapıma görelim neymiş ol güzelin ehemmiyetsiz kusuru!” Kervancı ardında taht-ı revanla sarayın devasa kapıları önüne gelmiş. Kapıda bıyığını balta kesmez kavlinden, cümle hasımânını bıçakları altından geçirmiş, kuşaklarına yatağanları sokulu, âdem ejderhası suretinde iki yeniçeri kervancının karşısına dikilmiş. Kervancı: “Müsaade edin ağalar, padişahımız efendimize cihan güzelini takdime geldim!” deyince, “Biz ne bilelim kervancı, taht-ı revandaki hayır mıdır şer midir? Zehirli ejder mi koydun, Arap çöllerinden akrep mi? Açasın örtüyü de şu güzeli görelim, sarayın kapısını öyle açalım!” diye karşılık almış. Kervancı ciddileşmiş: “Yiğitler! Bu örtünün ardında güzelin muradı olmayanlar için ölüm vardır. Canınıza ehemmiyet veriyorsanız yol verin padişahın huzuruna çıkalım!” Yeniçeriler olmazlanmış, elleri yatağanlarının kabzalarına gitmiş: “Biz padişahımızın seçme kullarıyız ki canımız da kanımız da onun yoluna fedadır. Ardında ejder-i heft ser beklese dahi aç örtüyü!” diye emretmişler. Kervancı müstehzi bir gülümseme ile taht-ı revanın önündeki örtüyü tamamen kaldırmış. Kandan ölümden korkmaz yeniçeriler o anda bembeyaz kesmiş ki meğer örtünün altından urumelinin hortlağı cadısı çıka! Yeniçerilerden biri: “Bu güzel bize murad etmedi, bakışlarını esirgedi! Ya ben nice yaşarım!” dedikten sonra yatağanını çekerek kendi göğsüne vurarak canına kıymış. Taht-ı revandaki güzel öteki yeniçeriye bir lahza intizar edince, yeniçeri olduğu yere yığılmış: “Baktı ama yaban gördü, yâd gördü, ya ben bu güzelin muradın alamadım kahrolmam mı?” diyerek kahırdan son nefesini vermiş.

          Böylece sarayın kapılarını açmışlar ama sultanın huzuruna çıkarmadan önce hazine odasının kapısına götürmüşler. Hazinenin kapıları açılır açılmaz içeriden dışarıya muazzam bir ışık huzmesi dolmuş, incilerin, gümüşlerin, altınların, elmasların, zümrütlerin, yakutların parıltısından oradakilerin gözleri kamaşmış. Hazine kapısını tutan ağa kasılarak: “Senin şu güzel şu hazinenin de ışığını söndürsün de görelim!” Kervancı müstehzi bir ifade ile gülmüş, önce yaptığı gibi taht-ı revanın örtüsünü açmış. İçindeki güzelin bir nazarıyla o hazinenin ışıltısı solup gitmiş, gayya kuyusu misali hazine odası kararmış. Böylece kervancıyı, ardında taht-ı revanla tahtın durduğu koca avluya götürmüşler. Padişah kervancı huzuruna gelince sormuş: “Kervancı bu güzelden bana ölüm var mıdır? Ya onun güzelliği benim hayat ışığımı da hazinem gibi söndürür mü?” Kervancı başını eğdiği yerden: “Bu güzelin muradı sizdedir devletlum, ondan size ancak güzellik ve huzur vardır. Onu görünce billur kadeh misali ömrünüz de ışıldayacaktır. Lakin güzelin bir kusuru vardır ki akılca yoksundur. Hamama girmek istemez ve de deli saçması şeyler söyler. Siz bu kusuru görmezden geldiğiniz müddetçe o sizin için daima rahatlık ve ferahlık vaat eden bir cennet bağçesidir.” Padişah örtüyü açtırıp kendisine murat eden güzeli hususi odasına göndermiş. Kervancıya da ağırlığınca altın ihsan ederek saraydan göndermiş.


            Padişah bu güzel ile gününü gün etmiş. Diğer gözdelerini, şehzadelerini hep unutmuş ama onlar da bir şey diyememişler, zira o güzelin her bir kusurunu hoş görürlermiş ki adeta cana gelmiş bir efsun taşırmış. Arada bir dile gelip: “Aman beni hamama götürmeyin, benden o vakit fenalık gelir. Beni Çukurova’da anacığım Şahmaran’ın koynundan kaçırıp getirdiler!” dese de padişah bu deliliğini hoş görmüş ve yıkanması için odasına ibrik ibrik sular, gümüş tekneler taşıtmış. Karnı büyüdüğünde padişahın gönlüne bu güzelden olma muhayyel ve müstakbel şehzadesinin hayali düşmüş. Karnı epeyce büyüdüğü bir esnada sancısı tutmuş ki o esnada sarayın hamamının önünde geçmekteymiş. Güngörmüş kalfalardan biri: “Odaya değin yetişmez, hamama götürelim!” deyince feryat etmiş, hamama girmemek için çırpınmışsa da kapıları açıp göbek taşının üzerine yatırmışlar.

        Padişah da o esnada doğum sancısı haberini alıp hamama doğru gelmekteymiş ki hamamdan kadın çığlıkları yükselmeye başlamış. Bir sürü kadın feryat figan edince padişah sevdiği güzele bir şey oldu diye kapılara koşturmuş. Bir bakmış ki vazifeli kalfaların kimi delirmiş, kimi olduğu yere düşüp bayılmış. Hamama girdiğinde onların bu tuhaf halinin sebebini anlamış. Meğerse o güzel gerçekten de Şahmaran soyundanmış ki hamama girende belden aşağısı asıl şeklini almış, tasvirlerdeki gibi kocaman bir ejdere dönüşmüş, bedeninden ayakları yerine renk renk yılanlar çıkmış, vücudunun bir kısmı pullanmış. Kucağında yarı belden aşağısı ejder belden yukarısı insan korkunç bir bebeği padişahın kucağına bırakıp: “Ey padişah, ben Şahmeran soyuyum dedim bana inanmadın. Bizim soyumuzdan gelenler yahut münasebeti olanlar asıl şekillerine dönerler hamamda ki benim büyük büyük annemi ziyaret eden Danyal Aleyhisselam oğlu Camsab da hamama girdiğinde böylece o zamanki padişahın askerleri tarafından fark edilip yakalanmış! Hamama girmeseydim oğlun senin suretinde doğacaktı. Gayrı benim suretimde yaşayacaktır ve ocağına hiç hayır getirmeyecektir! Haremden dışarı çıkarsa da felaket olacaktır!” diyerek hamamın mahzen kanalına karışarak gözden kaybolmuş. Padişah korksa da, Şahmaran’ın kızının tehdidinden çekinse de oğlu olduğundan canına kıymaya çekinmiş. Sonra aklında büyüdüğü vakti bu ejder suretli oğlunu düşman memleketler üzerine göndererek nice kaleyi korkuyla düşürmenin hayali belirmiş. Böylece onu da evlat bilerek haremde yetiştirilmesini emretmiş.

            Gel zaman git zaman şehzade birkaç ay içerisinde sürünerek de olsa kendi kendine hareket etmeye başlamış. Diğer şehzadeler ve harem ahalisi onun görüntüsünden çekindiklerinden hiç yanına yaklaşmamış üstüne onu adıyla değil “Şahmarandan Olma” lakabıyla çağırırlarmış. Derisi pullu pullu, belden aşağısında kocaman ejder suretli bir yılan başı taşıyan bu çocuğu kalfalar cariyeler bile korkuyla dehşetle büyütmüşler. Beş altı yaşlarına geldiğinde çocuk yılan bedeni üzerinde sallana sallana korkutucu bir suretle gezinir olmuş ki harem ahalisi onun bu suretinden iyice tedirginmiş. Yine de padişah o güzelle yaşadığı günlerin hatırına oğlu saydığı bu şehzadesiyle zaman geçiren yegâne kimseymiş. Derken bir gün sarayın kümesinden tavuklar, horozlar kaybolur olmuş. Tilki dadandı zannedilerek sarayın etrafındaki bostan didik didik aranmış, bir şey bulunamamış ama kayıplar devam etmiş. Bir gün şehazdelerden biri de ortadan kaybolup, bahçe köşesinde elbiseleri ve bazı kemik parçaları bulununca saray halkı dehşete kapılmış. Üstüne bir de bir tanesi: “Edirne sarayının büyük yılanlarından biri de böyle bir şehzade boğmuştu fi tarihinde!” deyince herkes padişaha bu Şahmarandan olma şehzadeyi şikayet etmiş. Padişah ilkin onların isteğine karşı gelse de bir gece sallana sallana yürürken bir küçük şehzadeyi bahçeye götürüp boğmaya kalkması fark edilince neredeyse kapısında bekler yeniçeriler dahi isyana teşebbüs etmişler. Böylece padişah istemeye istemeye şehzadesinin idamına karar vermiş ama hem annesinin ettiği bedduayı düşünerek haremden çıkarılıp gömülecek olması hem de annesinin bu kararı haber alıp geri dönerek haremdeki diğer şehzadelerine musallat olmasından korkmuş. Bu yüzden oğlunu yay kirişiyle boğdurduktan sonra Mısır’dan gelme bir ustaya eski usulde bu ejder suretli şehzadeyi mumyalatıp Harem’in bir bölümünde saklanmasını emretmiş.

            Bu anlatılan ne kadar doğrudur, ne kadar yanlıştır bilinmez. Bilinen tek gerçek bugün Topkapı Sarayı’nda Hekimbaşı Kulesi’nde “timsah-çocuk bedenli mumya” olarak bilinen bir mumyanın varlığı ve bu mumyanın Harem’de ortaya çıkarılmış olmasıdır…

20 Aralık 2014 – İstanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder