6 Haziran 2015 Cumartesi

Mültezim Paşa

(Daha önceden Gölge e-Dergi'de yayınlanmıştır)

       Ben, Kalaycı Mustafa bir de Kesik Memet… Üç kaçak, üç firari… Düze iniyoruz, “Mültezim Paşa” çağırtmış. Yani bizim Değirmenci Vehbi. Elinde iltizam kağıdıyla, göğsünde manası meçhul bir madalyayla çıkıp geldi geleli de “Mültezim Paşa”. Paşa’lığı göğsündeki madalyadan. Kapısında bir sürü adam besler. Buraların en zenginidir ki ona borçlu olmayan yoktur. Aha bizim gibi firariler bile ondan yakasını kurtaramamıştır ki eline bakmaktayız. Mültezim Paşa’mız olmasa acımızdan ölür gideriz, hesapta eşkıyayız ama işte arada bir olmazlanan, borcunu vermezlenen köylü olursa kapısına dayanıp korkutmak için kiralanmış garibanlarız.


            Benim kabahatim tütün kaçırma. Kalaycı Mustafa ile iş tutardık. Kesik Memet azılı eşkıya. Aslında bizim gibi Reji kolcusuna düşecek adam değil. Eli fermanlı, beli kamalı eşkıya avcısı zabitlere düşmedi de bizim gibi tütün kaçakçılarıyla aynı mahpusa düşüverdi. Onun inayetiyle kaçtık, kırda yabanda gezer eşkıya olduk. Değirmenci Vehbi ağanın evine sığındık bir gece yarısı. “Sizi ben evde de saklarım ama Osmanlı’nın sağı solu belli olmaz gayrı yeriniz dağlardır!” dedi, biraz erzakla üç tüfek verip dağa yolladı. Bu viran olası yerlerde fukara olmayan yok gibi bir şey, yol keserek adam soymak nâmümkün, olan da zaten Değirmenci Vehbi’ye borcunu götürüyordur diye ilişemediğimizden mecbur Vehbi’nin eline bakıyoruz. Vehbi, akarsuyun başına çökmüş ejderha, destur vermeden suyun gözesinden içmek ne mümkün? Haydi Şeytana uydun gidip bastın Vehbi’yi, çektin vurdun. Kapısındaki adamların silahla külahla işi yoktur hattı zatında, olsa bizi beslemez. Gitsek kapısına her birini vursak, yedi sülalemiz abat olur adamın servetiyle. Ama kim iş görecek, kim mal getirecek, kim çerçilerle tüccarla konuşacak? Fukaralıktan acımızdan ölür gideriz bu kıraçta…

            Sabahın köründe yanaşmalarından birini bizim dağa salmış, “Mültezim paşa hazretleri çağırdılar, aman ağalar acele!” diyerekten. Kızgın ve keskin kayaların üzerinden atlaya sıçraya düze iniyoruz şimdi. Değirmenci Vehbi’nin değirmeninin hemen yan tarafındaki iki katlı evi uzaktan görünüyor. Kendisine “Mültezim Paşa” dedirttiği günden beri orası da gayrı “Mültezim Paşa Konağı”. Köyün içinden geçerken çoluk çocuk, kadınlar falan pencerelere sökün ediyor. Eşkıya dediğin bunların gözünde canavar gibi ejderha gibi bir şey, merak ediyorlar herhalde. Başka bir taraf olsa anında jandarma, kolcu biner tepemize. Ama burada bir şey olmaz, kanun da jandarma da Değirmenci Vehbi…

            Vehbi’nin evine geldiğimizde yanaşmalar evin üst katına buyur ettiler. Vehbi Ağa yahut Mültezim Paşa’mız rakı içiyor sofra başında. Bizi de buyur etti, üstüne önümüze rakı koydu! Eyvah! Normal bir iş için çağırmadığı önümüze rakı koymasından belli. En son böyle rakı içirdiği zamanı hatırlarım. Mahpustan yeni firar ettiğimizde kapısına düşmüştük. Belimize kamaları kendi eliyle takıp elimize martinleri tutuşturup dağa yollamıştı da eşkıya olmuştuk. Hem de katmerli bela olmalı ki arada bir: “Aslanlarım!” “Koçlarım” diye sırtımıza vuruyor gerdek kapısındaymışız gibi…

            Neden sonra açtı meseleyi Mültezim Paşa. Deli Halime’den epey alacağı varmış, ne kendisi getirmiş bugüne değin ne de yanaşmaları gidip tahsil etmiş. Benle Kalaycı Mustafa’yı aldı bir titreme. Ulan zaten kırk yılın Deli Halime’sinden alacak tahsil etmeyi akıl etmeyi ancak bizim Vehbi akıl edebilir. O da zaten bu yüzden “Mültezim Paşa” oldu ya! Kesik Memet buralı olmadığından zerre tınmıyor, “bir deli karıdan ne korkarsınız, bir kurşunluk canı yok mu” diye soruyor. Korkusuzluğu kanlı katil olmasından cehaletinden değil, buralı olmamasından. Deli karıdan neden korkuyormuşuz, bir kurşunluk canı yok muymuş… Deli Halime’den korkan kim? Buralarda kimse Deli Halime’den korkmaz. En azından zatından korkmaz. Daha ziyade çevresindekilerden korkar. Ancak kendisinin görüp konuşabildiği o şeylerden korkarlar. Kesik Memet’in bu sefer de cahilliği tuttu? “O ne şeymiş öyle?” İşte kimi yerde cin dediklerinden peri dediklerinden…

            Mültezim Paşa önce göğsündeki madalyayı gösteriyor ardından tüfeklerinizi: “Arkanızda devlet var. Elinizde martin! Ne malı mülkü varsa toplayın gelin…” Bunca senenin Deli Halime’sinde para pul, mal mülk ne arasın? Dahası Halime hangi ara bizim Vehbi’ye gelip de borçlansın? Garip karının ta dağ başındaki kulübesinden çıkıp para aldığı un aldığı mı var? Peri karındaşlarıyla dağ diplerinde çakallardan kartallardan arta kalan leşlerin kemikleriyle karnını doyurduğunu bizim Hacı İmam Efendi kendi ağzıyla dememiş miydi? Bunları Mültezim Paşa’ya soramadık tabi. Alır elimizden tüfekleri de koyar kapıya, o vakit kimse tanımaz bizi. Barındırmaz bile de kendi eliyle tutar reji kolcusuna teslim eder.

            Çıktık Vehbi’nin evinden. Köyü de geride bıraktık. Deli Halime’nin göze görünmeyen yoldaşlarıyla söyleştiği uğursuz yaylanın yolunu tuttuk. Kesik Memet yine cahilliğine doymasın hala Halime’yi soruyor. “İyi saatte olsunlarla söyleşiyor diyoruz bre dinlemez misin?” Bu sefer de eşkıya damarı kabarıyor. Şöyle ayaklarından asarım, böyle boğazını keserim, göğsünden yağlı kurşunla mıh gibi çivilerim… Ulan deli eşkıya, deli karıyı kurşunlamak mesele değil ki, göze görünmeze nasıl kurşun atacaksın?

            Deli Halime’nin kulübesine yaklaştıkça hava değişiyor gibi. Ağaçlar çıkıyor bazen tek tük, eciş bücüş… Fesupanallah gadrına uğrattığı insanların sureti misali.  Bir tanesinin yakınından geçerken bakıyorum da insana pek benziyor. Tepeye yaklaştıkça adımlarımız yavaşlıyor sanki. Kesik Memet dağlara bizden daha alışkın ama şimdiden kesilmiş gibi nefesten. Kafamı bir an Kalaycı Mustafa’ya çeviriyorum, yanımda bir ağaç bitmiş. Sureti korkunç şekilde tanıdık. Kesik Mehmet’e dönüyorum,  korkudan ilk defa göğe açtığı elleri yapraklanmış. Deli Halime’nin kahkahası gökte, toprakta çınlarken koşmaya yelteniyorum bir de bakıyorum ki ayaklarım, pabuçlarımdan fırlamış toprağa kök salar olmuş…


23 Nisan 2014 Perşembe – Edirne

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder